Bir Mart sabahıydı. On bir Mart sabahıydı.
Henüz dallara bahar yürümemiş, ağaçlar tomurcuklanmaya başlamamış, insanın içi kış uykusundan silkelenip de rengârenk çiçeğe durmamıştı. Doğa gri ve kahverenginin ölümü hatırlatan tüm tonlarıyla, ağır bir uykudaydı.
Arada bir açan güneş kimseyi ısıtmaya yetmiyor, herkes, tüm doğa ve canlılar sabırla bekliyordu. Durmak, beklemek ve umut etmek dışında hiçbir şey olmuyordu.
Bir süredir, çoğu bitti azı kaldı diye kendini oyalayıp duruyordu. Her kış gibi bu da geçecek, yeniden bahar gelecek diye düşünmeye çalışıyor, doğanın tomurcuklarını, uyanış haberlerini bekliyor, beklerken de kendini ufak telaşlarla, kendi yarattığı görevlerle oyalamaya çalışıyordu.
Öyle sanıyordu ki, herkes için biraz böyledir bu mevsim. Herkes bekler. Bir haber bekler..
Beklenen haberler yavaş yavaş geliyordu. Örneğin Yaren gelmişti bile ve onun Alman versiyonu Alexander da güney sınırından içeriye girmişti. Herşey yolundaydı işte.
Fakat içindeki telaş, huzursuzluk dineceğine, sanki artıyordu. İçi, hırçın bir iç deniz gibi kuzuluyordu. Ruhundaki cadı kazanı fokur fokur kaynıyordu. Vücudunda ve aklında, onu huzursuz eden, ona yabancı bir telaş vardı.
Doğanın çıldırmasına bu kadar az kalmışken, kendi çıldırmaktan korkuyordu.
Ne demekti çıldırmak? Bir sabah çocukların suluklarını birbirine karıştırmaktı. Her gün aynı saatte bindiği trende, her gün oturduğu koltukta başka birisini bulmaktı. Öğlen ton balıklı sandviç yerine yumurtalı sandiviç almaktı yanlışlıkla. Akşam okul çıkışına beş dakika geç kalmaktı.
Tomris anlardı onu, bilirdi bu korkuyu:
Ya eve, bir gün yirmi dakika gecikirsem?... (Tomris Uyar, Yürekte Bukağı)