Öğle yemeklerini hepbirlikte - 20 kişi - yiyoruz. Okul yemekhanelerindeki gibi uzun iki masamız ve yanyana duran bir örnek sandalyelerimiz var. Yemek zamanları dışında bu oda, seminer ve grup terapi odası olarak da hizmet veriyor. Sanırım yatılı olanlar için - 15 kişi - geceleri sinema gösterimleri de bu odada oluyor.
19 kişi, her öğlen yanyana oturuyor, çoğunlukla konuşmadan, kendi iç dünyalarımızla meşgul, yemeğimizi yiyoruz, boş tepsilerimizi kaldırıyor, masa ve sandalyemizi “bulduğumuz gibi” bırakıyoruz. 1 tepsi hep masanın üstünde, dokunulmadan kalıyor. Yemeklerin kapağı bile açılmadan, ne oldukları bile merak edilmeden, öylece duruyor tepsi. Üzerinde hep aynı isim: Bayan Var-Yemez.
Bu durum elbette dikkatimi çekiyor ve kim bu Var-yemez diye araştırmaya başlıyorum. Çünkü bir dönem, büyük bir kayıp sonrası, ben de Bayan Var-Yemez olmuştum. Onu anlıyorum. Onun için endişeleniyorum. Ona geçecek demek istiyorum ama seni çok yaralayarak, izini kanırta kanırta bırakarak geçecek. Hatta belki de geçmeyecek, çünkü psikolojik rahatsızlıklar içinde ölümcül olan tek hastalıktır anoreksiya.. Kendini birden öldüremeyenin, kendini yavaş yavaş, günden güne öldürme şeklidir. Bir yardım çağrısıdır aslında; görün beni, tutun beni, koruyun beni kendimden.
Var-Yemez’i bulmak birkaç günümü alıyor, henüz göze batacak denli zayıflamamış çünkü. Daha yolun başında. Ama ben görebiliyorum saklandığı yerde onu. Çünkü bambaşka bir alemdeymişçesine uzak bakan gözlerinden tanıyorum onu, yemek saatlerinde saklanacak delik arayışından tanıyorum, üstüne bir iki beden bol gelen kıyafetleri saklamak için sarındığı şaldan tanıyorum.
20’lerinde bir kadın o. Solgun, üzgün, gözleri hep dalgın bakan, salkım söğütün dalları gibi hülyalı bir kadın. Çevresindeki hayat metronom hızında akarken, kendini bir salyangoz yavaşlığında hisseden bir kadın. Ait olamayan, parça olamayan, tüm dünyada yapayalnız olduğuna inanan bir kadın.
Derdi ne bilmiyorum ama o derdin çaresizlikle alakası olduğunu ve başa çıkma yöntemini çok iyi tanıyorum. Karnının değilse de, ruhunun çok aç olduğunu biliyorum. Sevgiye, ilgiye, anlaşılmaya, biraz özen gösterilmeye aç o. Yemeğe değil.
Kim bilir hangi travmanın faturasını tamamen ve yalnızca kendine kesti, hangi suçun idam cezasını verdi kendine, hangi çaresizliğin sonunda, kontrol edebildiği tek şeyin vücuduna giren yemek miktarı olduğu fikrine kapıldı. Nasıl bir çaresizlik ve kontrolün elinden kaçması hissi yaşadı ki, kontrol hayatının merkezine geldi?
Tam iki haftamı aldı kabuğunun altına ulaşmam. Birlikte uzun yürüyüşler yaptık avluda, karaağacın altında sessizce oturduk. Benim için onu yalnız bırakıp öğle yemeğine gitmek çok zordu; onun yanından kalkıp diğerlerine katılmak, sanki ona / eski ben’e ihanet gibi geldi bazen..
Fakat sonunda bir gün onu benimle yemeğe gelip yanımda oturması için ikna edebildim! Sonraki bir gün yemeğin meyvesini ya da yoğurdunu azıcık denemeyi kabul etti. Üç gündür her öğlen bizimle yemeğe oturuyor; bazen salatayı didikliyor, bazen mandalinanın yarısını yiyor.
Eh. Bu da bir başlangıçtır…… hem iyi bir başlangıçtır.
Nutellaya bakınca soldakini mi görüyorsun, sağdakini mi…. İşte tüm mesele bu.