İçerik

20 Mart 2024 Çarşamba

Pamuklara Sarılı Prenses

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzak bir memlekette, kral ve kraliçenin tek kız çocuğu olarak bir Prenses dünyaya gelmiş. Adını Valerie koymuşlar.

Prenses Valerie'nin doğumu sadece kraliyet ailesi ve sarayda değil, krallığın tüm tebaası ve en uç eyaletler ve prenslikler tarafından da büyük bir sevinç ve neşeyle kutlanmış. Krallığın en ard, en sınır köylerinden bile hediyeler, iyi dilekler, özel temenniler yollanmış. Tanıyan tanımayan, herkes çok sevinmiş, çok sevmiş onu.

Prenses Velerie, kraliyetin hem geç, hem güç doğmuş tek varisi olduğundan ve elbette kendisi de canayakın, sevimli bir çocuk olduğundan, sevgiyle, üzerine titrenerek, üzerine düşülerek, herkesin gözbebeği ve kıymetli varlığı olarak, adeta bir fanusta, koruyucu ağlarla, pamuklara sarılı büyütülmüş.

Daha küskün bir cadı gelip de "eline tığ..." diyemeden tüm tığlar - hani o örümcek ağlarıyla kaplı kuledeki gizli tığ bile - bulunup, yokedilmiş. Sadece tığlar değil, dış dünyanın tüm zararlı olabilecek nesneleri tek tek toplanmış, yaşanabilecek tüm acılar hafifletilmiş, tüm hastalık ve dertleri daha o ağzını açamadan öngörülmüş ve gereken önlemler alınmış, ölüm bile ondan uzak tutulmuş. Prenses Valerie'nin değil pamuk elleri, tırnaklarının ucu bile sıcak sudan soğuk suya sokulmamış.

Her insan gibi dertlenemeyen, üzülemeyen, korkamayan, sinirlenemeyen ve endişelenemeyen Prenses, olumsuz hiçbir duyguyu yaşaması izin verilmediğinden, günden güne beyazlaşmış, narinleşmiş, yumuşacık, pamuk gibi, hep sakin, hep durgun, hep ölçülü, hep kibar bir prenses oluvermiş.

Sabahtan akşama kadar, sarayın dikensiz, ayrıkotsuz, çalısız bahçelerinde yürüyen, içinde kabuklu hayvanlar değil, neşeli minik kırmızı balıkların tatlı tatlı salındığı ufak havuza ayaklarını sokan, yeşil ve mayhoş değil, kırmızı ve şeker gibi elmaların yetiştiği ağaçların gölgesinde oturan, sadece çocuk kitapları ve pembe aşk romanları okuyan Prenses Valerie, böyle böyle, hastalanmadan, endişelenmeden, korkmadan, üzülmeden, hiçbir şeye sinirlenmeden 15 yaşına gelmiş.

O günlerde 15 yaş erişkinliğe geçişi simgelermiş. Ve Valerie gezen tavuk yumurtalarıyla, sebze ve meyvelerin tam mevsiminde, en olgun zamanında kopartılanıyla, günlük organik sütlerle, zerdeçal ve ıhlamurlarla beslendiği ve o çağlarda henüz trafiktir, sanayileşmedir, GDOdur derdi olmadığı için tertemiz organik havayı soluyarak büyütüldüğü ve kendisine özel - hafifletilmiş - dünya tarihinin ve her zaman bir çözümü olan matematik problemlerinin işlendiği özel, çok özel eğitimler aldığı için, al yanaklı, sağlıklı, aklının sınırlarına hakim, özgüvenli bir genç kız oluvermiş. 

Ama her masalda olduğu gibi, bu masalda da bir kırılma ânı varmış elbette ve kimsenin öngöremediği üzere, Valerie işte tam o kırılma ânının eşiğinde durmaktaymış.

Tam o anda, masalın hiçbir yerine ait olmayan ve hiç olmadık bir anda, hiç olmadık bir yerde bitiveren bir ayrıkotu belirivermiş!

Bir yabancı!

Bir antagonist!

Yemyeşil çimenlerin üzerinde, çimenin tüm mükemmel varlığını unutturacak bir ayrıkotu! Öyle bir ayrıkotudur ki bu, bilirsin, o andan sonra artık çimen asla mükemmel gözükmez insanın gözüne. Büyü bozulmuş, bahçe çirkinleşmiş, ayrıkotu dışında hiçbir şey görülemez olmuştur artık. Bilirsin.

Prenses Valerie'ye de aynen böyle olmuş.

Uzak diyarlardan, bahçevanlığıyla ün salan ve krallığın büyüleyici güzellik ve önemdeki elma bahçesini budamaya gelen o genç yabancıyı, korunaklı odasından, camların arkasından, tül perdelerin gerisinden gören Prenses, saçlarından ayak uçlarına dek titremiş. Sanki bir uçurumun kıyısından kaderine bakar gibi bakmış yabancıya. Tarotta çıkan ölüm kartına bakar gibi bakmış. O ana dek hissettirilmediği, hissetmesine izin verilmeyen tüm duygular, hep birlikte ve aynı anda ortaya çıkmış. 

Bir masal süresi bu şekilde geçmiş.

Genç adamın budayıp aşıladığı ağaçlar, bir dalında kıpkırmızı, şeker gibi elmalar vermeye devam ederken, diğer dalında yemyeşil, dişleri kamaştıran ekşilikte, kocaman elmalar vermeye başlamış. Çalıştığı topraktan ısırganotları fışkırmış, kana kana su içtiği göletteki kırmızı balıkların arasında beyazlar belirmiş, o âna dek hep masmavi olan gökyüzünde pamuk pamuk bulutlar oluşmuş. Yağmur bile yağmış bir gün sarayın üzerine; şimşekli, gökgürültülü, insanı kemiklerine dek sarsan, şakır şakır bir yağmur.

O günlerde Prenses Valerie hayatında ilk defa bir "hız problemi"ni çözememiş. "Birbirinden 10km hızla iki ayrı yöne doğru uzaklaşan iki sevgili, bir daha yeniden ne zaman karşılaşır?"mış bu problem.. 

Dahası, tarih kitaplarında ilk defa kazananın değil, kaybedenin tarihini okumuş Prenses. Coğrafyada bölünen ülkeleri, boşaltılan sınır köylerini, nüfus mübadeleleri yüzünden iki ayrı ülkede kalan kardeşleri okumuş.

Bir masal süresi daha bu şekilde geçmiş.

Elma bahçesindeyse, apayrı bir hava esmekteymiş. Yabancı, günden güne yeşillenen elma dallarını budamakta, diktiği çitlere dikenli böğürtlenler, insanın elini ve bacaklarını dalayan ısırganlar, zehri içinde saklı sarmaşıklar dolanmakta, o güne dek mükemmel kelimesinin sözcük karşılığı olan bahçe, günden güne gürbüz, vahşi ve kavgacı bir oğlan çocuğuna dönüşmekteymiş.

Kraliyet dışında kimseyle konuşma deneyimi olmayan soylular ve saray çalışanları, bu durumu görmekte ve bilmekteymiş; fakat işinin ehli olduğu söylenen delikanlının, işi bitene dek kimseyle konuşmayacağını, kimseden fikir ve öneri almayacağını da duyduklarından, tuhaf bir "eli kolu bağlanmışlık"la, ağızları bantlanmış gibi susup kalmışlar. Tüm saraydan çıt çıkmamış. Üç maymunun hâkimiyeti tüm sarayı ele geçirmiş.

Ve bir gün, delikanlı ellerini beline koymuş, son bir defa bahçeye bakıp başını sallamış ve "işim bitti." demiş. 

Bunu öyle kendinden emin, vakur ve yüksek sesle söylemiş ki, ta sarayın içindeki odasında, tül perdenin gerisinde, tarih kitaplarının bilmeceleri içindeyken bile duymuş Prenses onu.

Çözmekte, daha doğrusu çözememekte olduğu matematik problemi ile sınırları sürekli değişen ülkeler coğrafyası kitaplarını bir yana fırlatmış ve koşa koşa babasına, kralın dizinin dibine varmış. Eteğini öpmüş, elini öpmüş ve yalvarmış: "Babacığım, kralım, bugüne dek her dediğimi ben daha size diyemeden yaptınız. Ben de sizden bu nedenle hiçbir şey istemedim, isteyemedim. Bir şeyi isteyip, olup olmayacağından emin olamama endişesini hiç tattırmadınız bana. İstediğimi daha ben bile bilmeden, ol! dediniz, oldurdunuz her şeyi. Şimdi sizden bir şey istemeye geldim. Ne olur kabul edin diye yalvarmaya geldim" demiş.

Kızı ilk defa kendisinden bir şey isteyen kral da, böylece, ilk defa bir şaşkınlığa uğramış ve bir lamba cini sevinciyle, "dile benden ne dilersen güzel kızım" diye cevap vermiş.

"Elma budayan yabancıyı, işini bitirip gidiyor oluşunun onuruyla, yemeğe davet edin babacığım. Bizim soframıza otursun, bizimle yesin, içsin" demiş Prenses bir solukta.

Kral yeniden şaşırmış. Kral iyice şaşırmış.

Bu, onun şaşırma günü'ymüş belli ki.

"Nasıl olur sevgili kızım? Bir yabancı, üstelik alt sınıftan bir çiftçi, bir zanaatkâr, bir işçi, nasıl olur da kraliyet sofrasına çıkar, bizimle bir olur, yer içer? Bu mümkün değil sevgili kızım. Dile benden ne dilersen derken, böyle bir şey dileyeceğini hiç ummamıştım" demiş ve alt dudağını dışarı, üst dudağına doğru çıkarmış, burnunu havaya dikmiş. Sözün bittiğini, sözün kanun olduğunu, kralca belirtmiş.

Prenses Valerie yıkılmış.

Hayatında ilk defa bir dileğe sahip olan ve bu dileği gerçekleşemeyen tüm pamuğa sarılı prensesler gibi yıkılmış. Öyle yıkılmış ki, onca yıldır hiç bilmediği, hiç hissetmediği tüm duyguları aynı anda hissetmiş; hayal kırıklığı, öfke ve nefret, içinde yükselmiş, yükselmiş, taşmış, yıkmış, yakmış, yok etmiş. Ama, içinde fırtınalar kopan Prenses, dışarıya hiç renk vermemiş.

Gece boyu gözüne uyku girmeyen, dertli, mutsuz, huzursuz, öfkeli ve endişeli Prenses, sabahın ilk ışıklarıyla kararını vermiş. Artık 15 yaşında bir yetişkinmiş ne de olsa, onu kim tutabilirmiş? Hem birkaç sene içinde tek varisi olduğu krallığın biricik yetkin kraliçesi olmayacak mıymış? Ha birkaç sene önce, ha birkaç sene sonra, tüm buralar, bu krallık, bu bahçe, bu ovalar, nehirler, köyler ve tebaası onun olmayacak mıymış? Kim hayır diyebilirmiş ki ona? Kendini şimdiden yetkin gördüğü kraliçe ünvanına kim olmaz, yapılamaz diyebilirmiş?

Prensesin gözünü öfke ve başkaldırı bürümüş - ve elbette ergenliğin doğası gereği - Prenses bile olsa, yaşı tam da "bir kavganın içinde olma, başkaldırma, itaat etmeme" yaşıymış çünkü. Gençliğin gözü karalığı ve o güne dek sarılı bulunduğu pamukların verdiği "bi'şey olmaz"ın güveniyle, "ya şimdi, ya asla!" demiş, toplamış ufacık bir valiz, giymiş en sade elbisesiyle pelerinini, çekmiş kapıyı, çıkmış. Koşa koşa elmalığa varmış, o güne dek kendisini bir defa bile göstermediği bahçıvanın kollarına atılmış, bir öpücükle kendisini Prense dönüşmüş sanan delikanlının ellerine yapıştığı gibi "götür beni buralardan" demiş.

Bizim Şaşkın Kral'dan bile daha şaşkın haldeki delikanlı, kollarında hiç tanımadığı bu akça pakça dünya güzeli sarışını bulunca, aklı akıl tasından çıkmış, uçmuş gitmiş. Hayatta başına ancak bir defa gelebilecek bu fırsatı elbette kaçırmamış. Prensesi tuttuğu gibi bir elma ağacının altına atmış, hemen orada ona sahip olmuş, sonra da atının tersine attığı gibi, doğan güneşe karşı masal köyüne doğru yola........ 

........ elbette böyle olmamış.

Delikanlı, hiç görmediği Prensesin Prenses olduğunu nerden bilsin? Onun gördüğü, sabahın köründe tarlaların içinden kendine doğru koşarak gelen, şehvetle dudaklarına yapışan, temiz giyimli, büyük olasılıkla sarayın mutfağında çalışan ve ara sıra kendisine cilve yapıp duran o hizmetli kızlardan biriymiş. Ağaç altı macerasından sonra da - kızın bakireliğine biraz şaşırsa da - "haydi bana eyvallah güzelim!" deyip, atına atladığı gibi çekmiş gitmiş. Dünyadan habersiz, baba sözü dinlemeyen Prenses de elma ağacının altında öylece kalıvermiş..

İşte geldik masalın sonuna. Kerevetine çıkamadık ama bugün de Psikiyatri kliniğinin pamuk gibi narin, iyi aile çocuğu, naif, dünyadan habersiz ve yaşadığı tecavüzden sonra aklı bir türlü yerine gelemeyen Prensesi Valerie'nin (elbette adı bu değil) hikayesini dinledik.

Evet. 

Maalesef.

Hayat bazen bu kadar acımasızdır işte sevgili pamuklara sarılmış ya da evladını pamuklara sarmakta olan Prenseslerim. Bir an önce çevrenizdeki pamuklardan kurtulmaya bakıp, hayatı "kaldırabilmek" için kas yapmaya başlamanız, bu hikayenin ana fikridir.

Hah, elma dağıtıyorlar ikindi öğünü için. Bakalım yeşiller de var mı arada?

8.3.24 - Münih.