İçerik

29 Mart 2024 Cuma

Bendeniz Manolya Hanım, nasılım?

İşte böyle. Taburcu oldum.

Birçoklarını yazdım, daha yazamadıklarım var. Misal Betty Boop’a ikizi kadar benzediği halde, yaşı daha 20’lerde olduğu için onu hiç bilmeyen biri var ya da Çizmeli Kedi diyeceğim bir başkası. Alice’in tavşanı kadar telaşlı, yerinde iki dakika sabit oturamayan biri ve suyu 20 yudumda içmezse, kapıdan sol ayağıyla çıkmazsa ya da her saat başı üç defa öksürmezse dünyanın sonunun geleceğinden korkan başka biri. Çok fazla hikaye var ama benim yolum buraya dek..

Kendimi yazmadım değil mi? Bu bloğa kendimi yazmıyorum zaten ya da belki ilk defa sadece kendimi yazıyorum, ben de emin değilim.. 

Bazen kendimi bir manolya ağacıymış gibi düşünüyorum. Yaprak döken cinsi hani.. Güneş altında mutlu ve güvende ama yaprağına yağmur damlası gelse hayata küsen, kendini kapatan bir manolya ağacı gibi. 

Belki bir gün Manolya Hanım’ın hikayesini de yazarım.. Belki de yazmayıp yaşarım.

Göreceğiz.

28 Mart 2024 Perşembe

Mavi sakal

“Sanırım insanlar ikiye ayrılıyor” dedi birden, bilgece bir ses tonuyla. Bu cümleyi fazlaca duymanın verdiği bıkkınlıkla boş boş baktım yüzüne. “Ben ve diğerleri” dedi sonra ve bir kahkaha patlattı. İster istemez ben de güldüm. Yıllardır, hayatım boyunca insanları çeşitli şekillerde ikiye ayıran yüzlerce, belki binlerce insana rastlamış olsam da, bu kadar net ayıranına sanırım ilk defa rastlıyordum ve sevdim onu. Netliği, düz yolları seçenleri, kalbinden ve sakınmadan konuşanları hep sevdiğim gibi. 

Çoğuyla dokuz köyden birlikte kovulmuşuzdur.

Kısa boylu, orta yaşlı, tepesi hafiften açılmaya başlamış ve yüzünün neredeyse yarısını kaplayan şarap renkli doğum lekesi dışında dikkat çekici hiçbir özelliği olmayan bir adam oluşu, onu kadınlarla flört etmekten alıkoymamıştı. Hatta lazerle doğum lekelerinin yokedildiği şu zamanda, o doğum lekesini inatla sildirmemiş, “kadınların dikkatini çekiyor, acıma duygularını tetikliyor ve içlerindeki annelik eksikliğini gidermek için harekete geçiriyor” diye açıklamıştı bu seçimini. 

Bıraksam benimle de flört ederdi ama değil onunla, Brad Pitt gelse (ki aslında tercihim de hiçbir zaman Brad Pitt olmamıştır, neden böyle dediysem şimdi; ben hayatta hep Edward Norton tipi adamları seçtim, huzursuz, zekasını sosyal iticiliğiyle gizleyen, dış görünüşü sıradan adamları. Acaba neden?) evet Brad Pitt gelse şansı yoktu şu dönemde, o kadar kendi içime kilitliydim ki.

Dolayısıyla ikinci seçeneği seçti. Benimle arkadaş olmayı.

Şu dönemde, benim için flört etmekten bile zor olan seçeneği seçtiğinin farkında bile olmadan.

İlişkimiz genelde onun konuştuğu, benim sıkıldığım, onun beni zekâsı ve hayata dair teorileriyle etkilemeye çalıştığı, benim bıkkınlıkla arada kaşlarımı oynattığım, duruma göre dudağımı büzdüğüm ve derin, bıkkın nefesler çektiğim, tuhaf bir zıtlıklar birlikteliğine döndü. O anlattı, ben dinlemedim. Ama o da vazgeçmedi.

Bazı insanlar böyledir; gelir, bir şekilde gönlünüze sızarlar. Ananem böyleleri için “onda şeytan tüyü var” derdi, belki ondandır. Hakikaten iki kaşının tam ortasında, mavi, sert bir tüy var. Belki şeytan tüyü dedikleri odur. O mavi tüye baktıkça, içimdeki cılız derecik sanki bir şelale olup, okyanusa dökülüyor.

İçimdeki dere.

Yaşadıklarıma mutlaka uygun kelimeler bulmam gerektiğini sandığım yıllar boyunca aktı o cılız dere. Kelimeler olmadan hissedemediğim yıllar boyunca.

Sonra o da kurudu.

Dünyanın tüm cılız dereleri gibi, küresel iklim değişikliğine yenildi.

.

O “ben ve diğerleri” diye bağırdığında, tam bunları düşünüyordum ama onun gür kahkahası tüm bu düşünceleri kirli bir bebek bezi gibi buruşturup, çöpe fırlattı. 

Bir süre birlikte güldük, sonra yüzü ciddileşti. “Biliyor musun..” dedi yeniden, “bazen tüm dünyada bir ben, bir de diğerleri olduğunu, ne yaparsam yapayım, o diğerlerinden biri olamayacağımı düşünüyorum”.

Bir süre ona baktım. “Bu hep böyledir” dedim, “sen varsındır, bir de diğerleri. Sen yoksundur, onlarsa hep vardır. Sen hem var hem yoksundur, onlar bunu fark etmezler. Sen hem yok ama hem de varsındır, onlar o zaman yokolurlar. Yokken kendi içinde varolmaya çalış. O zaman göreceksin, diğerleri aslında hiç varolmamışlardır..”

Yüzüme derin derin, gözlerimin çok gerisindeki bir şeyi görmeye çalışır gibi baktı. Uzun süre konuşmadı. Sonra bir rüyadan uyanır gibi gevşedi yüzü, gözlerine yeniden anlam geldi ve neşeyle sordu: “sence şu arkadaki sarışınla şansım var mı?”

Hamiş. Tüm masal antolojilerinde ve arketip çalışmalarında karşımıza çıkan Mavi Sakal, bu serviste de burnumun dibinde belirmeseydi, olmazdı elbette.. Fakat bizim Mavi Sakal’ımız hiç konuşmadı, içini hiç göstermedi ve ben de ona bu hikayeyi yazmak durumunda kaldım.. 

Bu da böyle oluversin…

Foto. Alâkasız ama bu mavi tabaklara bayıldım, onlara bakarken, evet, içimin dereleri ırmaklara kavuştu, ırmaklar şelale olup yola devam ederlerse, belki bir gün oky……..

27 Mart 2024 Çarşamba

Matematik dehası

Servisin bir de John Nash'i var.

Bizim John Nash sanıyorum Çinli. Almanca bildiği halde, ben dahil kimseyle konuştuğunu görmedim. Varsa yoksa önünde bilgisayarı ve ekrandaki durum da bu:

Elbette yine gizli çektim. Bir gün yakalanacağım... 

Hayata bir matematik problemi olarak bakıyor olabilir. Emin değilim. Konu John Nash olunca ben hiçbir şeyden emin değilim. Emin olduğum tek şey; o problem her neyse, çözemediği için burada..

Çok zeki insanlar tanıdım, çoğu topluma uyumsuz ve depresiftiler. Ağır bir kara mizah ardına saklanan, hıncını bu şekilde alanları da gördüm. Zekâ ilerledikçe uyum azalıyor ve mutsuzluk artıyor, halbuki zekânın bir tanımı da "uyum becerisi" değil midir? Çok komiksin teorik hayat.

Belki tüm ileri zekâlı insanları bir köye doldursak (Ali Nesin'in 20 sene önceki hayâllerindeki gibi), acaba o zaman mutlu olabilirler mi? İkisi de üstün zekâlı, evli bir çift tanımıştım, hayatımda gördüğüm en kötü evlilikten biriydi.. İkisi de kör olan evli bir çift de tanıdım ve hayatımda gördüğüm en mutlu evlilikti ama ironik olduğu için bu yazıya çok yakışsa da, konu maalesef bu değil.. 

Üniversitedeysen bilirsin; üstün zekâlı iki profesörün kurduğu kürsü, üniversitenin en berbat kürsülerindendir çünkü asla geçinemezler. Üniversiteye gerek yok canım, aynı birimde iki zeki çalışıyorsa, o iş kısa zamanda arapsaçına döner. 

Bakıyorum da, her gün aynı basit işleri defalarca tekrarlayan, aynı sohbetleri yıllarca edip duran, aynı yoldan aynı yerlere giden insanlar - ki sevgili Aziz Nesin’in iddia ettiği gibi toplumun %70'i değil, sanırım %85'i falan oldular son 20 senede - gayet mutlular, çünkü uyumlular. Toplumun zekiden çok aptala ihtiyacı var işte, tam da bu nedenle.... 

Senin hangisi olduğunu sormayacağım çünkü eminim o %15'in içindeyiz biz :) Ama şunu unutmayalım; ne demiş Bertrand Russell: Dünyanın sorunu zeki insanların kendilerinden sürekli şüphe duymaları ve aptalların kendilerine sonsuz güvenleridir....

26 Mart 2024 Salı

Var-yemez

Öğle yemeklerini hepbirlikte - 20 kişi - yiyoruz. Okul yemekhanelerindeki gibi uzun iki masamız ve yanyana duran bir örnek sandalyelerimiz var. Yemek zamanları dışında bu oda, seminer ve grup terapi odası olarak da hizmet veriyor. Sanırım yatılı olanlar için - 15 kişi - geceleri sinema gösterimleri de bu odada oluyor.

19 kişi, her öğlen yanyana oturuyor, çoğunlukla konuşmadan, kendi iç dünyalarımızla meşgul, yemeğimizi yiyoruz, boş tepsilerimizi kaldırıyor, masa ve sandalyemizi “bulduğumuz gibi” bırakıyoruz. 1 tepsi hep masanın üstünde, dokunulmadan kalıyor. Yemeklerin kapağı bile açılmadan, ne oldukları bile merak edilmeden, öylece duruyor tepsi. Üzerinde hep aynı isim: Bayan Var-Yemez.

Bu durum elbette dikkatimi çekiyor ve kim bu Var-yemez diye araştırmaya başlıyorum. Çünkü bir dönem, büyük bir kayıp sonrası, ben de Bayan Var-Yemez olmuştum. Onu anlıyorum. Onun için endişeleniyorum. Ona geçecek demek istiyorum ama seni çok yaralayarak, izini kanırta kanırta bırakarak geçecek. Hatta belki de geçmeyecek, çünkü psikolojik rahatsızlıklar içinde ölümcül olan tek hastalıktır anoreksiya.. Kendini birden öldüremeyenin, kendini yavaş yavaş, günden güne öldürme şeklidir. Bir yardım çağrısıdır aslında; görün beni, tutun beni, koruyun beni kendimden. 

Var-Yemez’i bulmak birkaç günümü alıyor, henüz göze batacak denli zayıflamamış çünkü. Daha yolun başında. Ama ben görebiliyorum saklandığı yerde onu. Çünkü bambaşka bir alemdeymişçesine uzak bakan gözlerinden tanıyorum onu, yemek saatlerinde saklanacak delik arayışından tanıyorum, üstüne bir iki beden bol gelen kıyafetleri saklamak için sarındığı şaldan tanıyorum.

20’lerinde bir kadın o. Solgun, üzgün, gözleri hep dalgın bakan, salkım söğütün dalları gibi hülyalı bir kadın. Çevresindeki hayat metronom hızında akarken, kendini bir salyangoz yavaşlığında hisseden bir kadın. Ait olamayan, parça olamayan, tüm dünyada yapayalnız olduğuna inanan bir kadın. 

Derdi ne bilmiyorum ama o derdin çaresizlikle alakası olduğunu ve başa çıkma yöntemini çok iyi tanıyorum. Karnının değilse de, ruhunun çok aç olduğunu biliyorum. Sevgiye, ilgiye, anlaşılmaya, biraz özen gösterilmeye aç o. Yemeğe değil. 

Kim bilir hangi travmanın faturasını tamamen ve yalnızca kendine kesti, hangi suçun idam cezasını verdi kendine, hangi çaresizliğin sonunda, kontrol edebildiği tek şeyin vücuduna giren yemek miktarı olduğu fikrine kapıldı. Nasıl bir çaresizlik ve kontrolün elinden kaçması hissi yaşadı ki, kontrol hayatının merkezine geldi?

Tam iki haftamı aldı kabuğunun altına ulaşmam. Birlikte uzun yürüyüşler yaptık avluda, karaağacın altında sessizce oturduk. Benim için onu yalnız bırakıp öğle yemeğine gitmek çok zordu; onun yanından kalkıp diğerlerine katılmak, sanki ona / eski ben’e ihanet gibi geldi bazen..

Fakat sonunda bir gün onu benimle yemeğe gelip yanımda oturması için ikna edebildim! Sonraki bir gün yemeğin meyvesini ya da yoğurdunu azıcık denemeyi kabul etti. Üç gündür her öğlen bizimle yemeğe oturuyor; bazen salatayı didikliyor, bazen mandalinanın yarısını yiyor.

Eh. Bu da bir başlangıçtır…… hem iyi bir başlangıçtır.

Nutellaya bakınca soldakini mi görüyorsun, sağdakini mi…. İşte tüm mesele bu.

25 Mart 2024 Pazartesi

Romeo ve Kırmızı Conversli Juliet

Böyle şeylerin kokusunu çabuk alırdım normalde ama benim bile fark etmem koca bir haftayı aldı. Diğerleriyse henüz farkında değiller, ama, serviste bir de aşk hikayesi var! Ucu yanık, kırık bir aşk hikayesi.

Asıl oğlan fena vuruk. Asıl kızsa fena depresyonda. Yani Romeo ve Juliet’imizin arasına bu sefer aileleri değil, hastalıkları girmiş (ki bazen bu ikisi aynı şey de olabilir). 

Gözümdeki ilk perde, Juliet’in zorunlu, biz diğer figüranlarınsa gönüllü zorunlu katıldığımız Badmington dersiyle açılıyor. Romeo bir strateji hatasıyla Juliet yerine benimle eşleşince alıyorum kokuyu. Aklı o kadar Juliet’te ki, top havalanıyor havalanıyor, bir türlü raketle buluşamıyor. Bu kadar atletik yapılı bir genç adam, hem de annesi yaşındaki benim, annesel bir koruma ve teşvikle attığım topları yakalayamasın! Olacak şey mi?!  

Topların düşe yazdığı alana kayınca gözüm, onu görüyorum. İçten kilitli bir trajedinin izlerini taşıyan, bembeyaz, anemik bir yüz. Bağbozumunda dalından henüz toplanmış kadar buğulu, üzüm karası gözler. O gözler ki, dünyayı görmüyor. Bakışları ayakkabılarının ucuna sabitlenmiş. Onunla birlikte ben de bakıyorum kan kırmızısı, bilekli, Converse ayakkabılarına. 

Ayak bilekleri. Kan kırmızısı. 

El bilekleri.

O bilekler ki, üzerindeki kalın yara bantlarını nerede görsem içimde kuzeyli rüzgarlar eser.

Kan kırmızısı bilekli Converse ayakkabılar bu haliyle gerçek bir metafor. Kanlı bilekler.. Elbet böyle şeyleri benden başka kimse fark etmiyor.. 

Aşkı da fark edemedikleri gibi.

Juliet kız, o kadar da güzel değil diyecek olsam, gülersin biliyorum; Aslı’yı görenler Ferhat’a “Bu mu Aslı?!” demişler de, Ferhat “sen bir de onu benim gözlerimle gör” diye cevap vermiş ya. O hesap.

Kızın hüznü fakat, çok güzel. Öyle güzel üzülüyor ki, yaraları öyle güzel duruyor ki üzerinde, içimin barbar kavimleri ateşin önünde dansa kalkıyor.. Bazı insana gülmek değil, üzülmek yakışıyor! Onca aktör ve aktris yoksa, yıllarca travmalı rolleri oynadıktan sonra komedide şansını denemeye kalkınca, neden silinip gitsin değil mi? 

Bazı yüzlere trajedyalar yakışıyor.

Romeo kendi içinde yanıp tükenen bir kandilken, Juliet, Juliet’liğinin farkında değil. Farkında olsa yüzü biraz olsun güler mi? Bileklerindeki yara izleri öpünce geçer mi? Aşk her şeyi iyileştirir mi?

Romeo’nun topları alanın bir köşesine yığılıp dururken ve Juliet’in kırmızı, bilekli, Converse ayakkabılarının önüne önüne düşerken, içimde bir annelik atağı yaşıyorum. “Git konuş onunla” demek istiyorum, “en kötü ne olabilir ki?”

Ama “konuşmaz benimle, rahatsız olur belki” diyeceğini de biliyorum. 

“O zaman uzaktan sev” diyorum, “bazı kavuşamayan şairlere göre, sevmelerin en güzelidir ne de olsa..”

Ama işte orada bırakamıyorum. Ben bu işe el atmazsam, rahat edemem :)

Bir haftamı alıyor. Yemekte yanyana oturmaları için, sporda birbirleriyle eşleşmeleri için, grup terapilerinde karşı karşıya düşmeleri için tüm ergonomik zekamı ve yeteneğimi kullanmam gerekiyor. Ama Voila! İşte konuşuyorlar! İşte Romeo’nun yüzünde bahar dalları. İşte Juliet ilk defa bakışlarını Converse’ten yukarı kaldırdı. İşte benim dışımda kimsenin bilmeyeceği bir haftalık yoğun emeğin mükafatı. İşte bir “merhaba”.

Masaldan burada çıkıyoruz. Gerisi onlara kalmış. Belki bir gün torunlarına “biz bir psikiyatri kliniğinde tanıştık” diye anlatacak, herkesten farklı bir hikayeleri olduğu için gururlanacaklar. Belki de merhabanın gerisi asla gelmeyecek. Önemli olan bu değil.

Bu masaldan çıkma zamanımız tam bu an. Bu nokta.

24 Mart 2024 Pazar

Evci 4: Kendini seçmek

Bazı kitaplar zamanını bekliyor. İlk okuduğumda sıradan gelmişti ama yıllar boyu yine de danışanlarıma önerdiğim kitaplardan biri olmuştu. Geçen hafta yeniden okuyunca, gerçekten bana çok iyi geldi. Benim için doğru zamanmış.

"Hayatta başkalarınınkileri değil kendi değerlerinizi seçiyor olmak; sizi güzel, başarılı ve saygıdeğer kılmaya yeter."

Ustalık gerektiren kafaya takmama sanatı - Mark Manson

Foto: Alakasız gibi görünse de, kitabı okumuş olanlar anlayacaktır..

23 Mart 2024 Cumartesi

Evci 3: Kadınlık halleri

Belki şimdi gizli bir kadın düşmanlığı gibi gelebilir sana. Ama yaş ilerledikçe Murathan Mungan’a hak veriyor insan: "Bak, bütün kadınların bir yanılgısı vardır. Hepsi de diğer kadınlardan farklı olduklarını zannederler. Kendilerinde olup da diğer kadınlarda olmayan bir şeye sahip olduklarını düşünürler. Bu yüzden de başka kadınların yaşadıklarına pek kulak asmazlar, başkalarının tecrübelerinden bir şey öğrenmezler; her biri, her şeyi, diğerlerinin yaşadıklarına aldırmaksızın, bir de kendileri denemek, bir de kendileri sınamak isterler. Bunun sonucunda, uğradıkları kaçınılmaz yenilgi karşısında, durumu enayilikleriyle değil, talihsizlikleriyle açıklamayı tercih ederler." - Aynalı Pastane, 1986. 1997-1999.

2 sene önce çekmiştim, 
hâlâ yerinde duruyor mudur diye düşünmeden edemiyor insan :P

22 Mart 2024 Cuma

Saklı bir mayın olarak, Polyanna

Hepimiz çamurun içindeyiz, fakat bazılarımız yıldızlara bakıyor. *

Seni bilmem ama Polyanna’nın öyküsünde beni çok rahatsız eden detaylar olmuştur hep. Kavramları ancak tersiyle birlikte anlayabilen yapım, küfürsüz bir şükür duygusunu da bu nedenle kabul etmekte zorlanır, durur.

Nasıl ki sürekli melankolik olmak bir hastalıksa, sürekli tevekkülde ve şükreder olmak da bir hastalık değil midir?

Sürekli bir sakinlik, kabulleniş, olanla yetinmek ve karşılaştırmalı ruh edebiyatı yapıp “daha kötüsü”nü hatırlayarak sevinmek de bir sorun değil midir?

Tabii ki bizim Polyanna’mızı da bu kliniğe getiren, 25 yıllık tüm hayatını sessiz bir kabullenişle yaşadıktan ve kadere asla başkaldırmadıktan sonra, bir sabah kalkıp, mutfağa inip, tezgahtan bıçağı alıp sağ kulağını kesivermesi olmuş.

Sonradan anlaşılıyor ki, bizim kabulkâr Polyanna’mız meğerse tüm kabullenemeyişlerinin acısını çıkarabilmek için, kollarının ve bacaklarının dıştan görünmeyen iç yüzlerindeki o narin yumuşacık etleri, mini mini jiletlerle ince ince doğrar dururmuş yıllardır.

Kimse bilmezmiş, kimse görmezmiş, kimse duymazmış. Ta ki kulak olayına (yanlışlıkla ya da değil, bir gün ayarı kaçırana) dek.

Kulak olayı neyse ki plastik cerrahiyle halledilmiş, biraz da saçıyla kapatıyor o melun anının üstünü. Fakat ruhundaki jilet izlerini kolayca kapatabilecek bir cerrahi yöntem henüz yok.

Durup durup birden patlamak aslında böyle bir şey.

Yaşadığım şehrin altında 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana sessizce yatmakta olan yüzlerce bomba var. Şehir bir mayın tarlası üzerine kurulu. Yılda bir iki defa, yapılan bir kazı sırasında bu bombalardan biri keşfedilir. Bomba imha ekipleri çağırılır, bölge (bazen mahalleler) boşaltılır, 1-2 tonluk bu bombaların patlama sesi kilometrelerce öteden duyulur. Onca yıl saklı kalan bu bombanın üzerinde bazen bir çocuk yuvası, bazen bira bahçesi, bazen de yıllarca bekledikten sonra ilk defa kavuşacak olan iki sevgilinin oturacağı bir tahta bank vardır. Hayat sürprizlerle dolu.

İçinde bir bomba yatıyorsa, bazen kimse (hatta sen bile) farkına varmaz onun. Ve bir gün patlar belki. Ya da patlamadan, biri (belki kendin) keşfeder, seni boşaltır, uzman ekipleri çağırır, kimseye (en çok da kendine) zarar vermeden detone eder seni. 

Kalan boşluğa da (çünkü dert bile olsa, kurtulduğunda bir boşluk kalır hep) bir çiçek bahçesi kurar belki. Ya da bir anaokulu - ki ikisinin de aynı şey olduğunu söyleyebiliriz, değil mi?

* Bu anlamsız sözü de hayatında bir gün bile ekonomik zorluk, sıkıntı çekmemiş asilzade ve keyfi düşünür Oscar Wilde’ın söylemiş olması………

Foto. Alakasız bir özlem. Belki bir yolculuğun molası olur..

21 Mart 2024 Perşembe

Kader ağı örücüsü

Bizim zamanımızda Punk denirdi. 

Saçları sadece tepede uzun bırakılıp yanları tamamen kazınmış, hafif sakallı, burnunda kulaklarında ve dilinde birkaç hızma, kulak memesinin deliği siyah iri bir düğmeyle açılıp büyütülmüş, kollarının neredeyse tamamı renkli dövmelerle kaplı (sadece çok dikkatli bakarsan, soluk kesik izlerini farkedebilirsin), siyah tshirtler ve yanı zincirli bol pantolonlar giymeyi sever (aslında bu haliyle servisin genel moda anlayışına hakim denebilir). Kızlarda aşırı makyaj ve “gör beni” diye bağıran bir aksesuar (kürk olabilir, ponponlu terlik olabilir, cart kavuniçi iri küpeler olabilir) mutlaka vardır. Erkeklerse, saç renkleri dışında, bir örnek. Onun saç rengi fosforlu yeşil.

Dışarıdan bakıldığında korkutucu gelen, simsiyaha boyanmış bu görünüm, iç tarafın çok renkli ve naif oluşuna işarettir genellikle.. Bir tür kamuflaj. Hayata karşı korunmak için edinilmiş bir kılıf, dış deri, şaşırtmaca.

Onunki de o hesap. Bir köşede içine dönmüş oturuyor. Elinde bir yumak ip ve tığ. Örüyor. Kaderin ağlarını örer gibi bir ciddiyet ve dinginlikle örüyor. 

Bugün amigurumi türünde pembe bir domuzcuk örüyor, akşama onu söküp ertesi gün en baştan yeşil bir kurbağa örüyor. Söküyor örüyor söküyor örüyor. Onun bu ciddiyeti, insana ister istemez tarih boyunca değişimin olasılığına dair sorulup durulan şu bildik soruyu düşündürüyor:

İnsanın kaderi de böyle her gün sökülüp yeniden farklı şekillerde örülen bir amigurumi midir? Yoksa sadece bir defa örülen, sağlam, sünmeyen, esnemeyen, yıllarca giyilen bir hırka mıdır, kader?

tabii ki gizlice çektim.. 
çok ayıp.

20 Mart 2024 Çarşamba

Pamuklara Sarılı Prenses

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok uzak bir memlekette, kral ve kraliçenin tek kız çocuğu olarak bir Prenses dünyaya gelmiş. Adını Valerie koymuşlar.

Prenses Valerie'nin doğumu sadece kraliyet ailesi ve sarayda değil, krallığın tüm tebaası ve en uç eyaletler ve prenslikler tarafından da büyük bir sevinç ve neşeyle kutlanmış. Krallığın en ard, en sınır köylerinden bile hediyeler, iyi dilekler, özel temenniler yollanmış. Tanıyan tanımayan, herkes çok sevinmiş, çok sevmiş onu.

Prenses Velerie, kraliyetin hem geç, hem güç doğmuş tek varisi olduğundan ve elbette kendisi de canayakın, sevimli bir çocuk olduğundan, sevgiyle, üzerine titrenerek, üzerine düşülerek, herkesin gözbebeği ve kıymetli varlığı olarak, adeta bir fanusta, koruyucu ağlarla, pamuklara sarılı büyütülmüş.

Daha küskün bir cadı gelip de "eline tığ..." diyemeden tüm tığlar - hani o örümcek ağlarıyla kaplı kuledeki gizli tığ bile - bulunup, yokedilmiş. Sadece tığlar değil, dış dünyanın tüm zararlı olabilecek nesneleri tek tek toplanmış, yaşanabilecek tüm acılar hafifletilmiş, tüm hastalık ve dertleri daha o ağzını açamadan öngörülmüş ve gereken önlemler alınmış, ölüm bile ondan uzak tutulmuş. Prenses Valerie'nin değil pamuk elleri, tırnaklarının ucu bile sıcak sudan soğuk suya sokulmamış.

Her insan gibi dertlenemeyen, üzülemeyen, korkamayan, sinirlenemeyen ve endişelenemeyen Prenses, olumsuz hiçbir duyguyu yaşaması izin verilmediğinden, günden güne beyazlaşmış, narinleşmiş, yumuşacık, pamuk gibi, hep sakin, hep durgun, hep ölçülü, hep kibar bir prenses oluvermiş.

Sabahtan akşama kadar, sarayın dikensiz, ayrıkotsuz, çalısız bahçelerinde yürüyen, içinde kabuklu hayvanlar değil, neşeli minik kırmızı balıkların tatlı tatlı salındığı ufak havuza ayaklarını sokan, yeşil ve mayhoş değil, kırmızı ve şeker gibi elmaların yetiştiği ağaçların gölgesinde oturan, sadece çocuk kitapları ve pembe aşk romanları okuyan Prenses Valerie, böyle böyle, hastalanmadan, endişelenmeden, korkmadan, üzülmeden, hiçbir şeye sinirlenmeden 15 yaşına gelmiş.

O günlerde 15 yaş erişkinliğe geçişi simgelermiş. Ve Valerie gezen tavuk yumurtalarıyla, sebze ve meyvelerin tam mevsiminde, en olgun zamanında kopartılanıyla, günlük organik sütlerle, zerdeçal ve ıhlamurlarla beslendiği ve o çağlarda henüz trafiktir, sanayileşmedir, GDOdur derdi olmadığı için tertemiz organik havayı soluyarak büyütüldüğü ve kendisine özel - hafifletilmiş - dünya tarihinin ve her zaman bir çözümü olan matematik problemlerinin işlendiği özel, çok özel eğitimler aldığı için, al yanaklı, sağlıklı, aklının sınırlarına hakim, özgüvenli bir genç kız oluvermiş. 

Ama her masalda olduğu gibi, bu masalda da bir kırılma ânı varmış elbette ve kimsenin öngöremediği üzere, Valerie işte tam o kırılma ânının eşiğinde durmaktaymış.

Tam o anda, masalın hiçbir yerine ait olmayan ve hiç olmadık bir anda, hiç olmadık bir yerde bitiveren bir ayrıkotu belirivermiş!

Bir yabancı!

Bir antagonist!

Yemyeşil çimenlerin üzerinde, çimenin tüm mükemmel varlığını unutturacak bir ayrıkotu! Öyle bir ayrıkotudur ki bu, bilirsin, o andan sonra artık çimen asla mükemmel gözükmez insanın gözüne. Büyü bozulmuş, bahçe çirkinleşmiş, ayrıkotu dışında hiçbir şey görülemez olmuştur artık. Bilirsin.

Prenses Valerie'ye de aynen böyle olmuş.

Uzak diyarlardan, bahçevanlığıyla ün salan ve krallığın büyüleyici güzellik ve önemdeki elma bahçesini budamaya gelen o genç yabancıyı, korunaklı odasından, camların arkasından, tül perdelerin gerisinden gören Prenses, saçlarından ayak uçlarına dek titremiş. Sanki bir uçurumun kıyısından kaderine bakar gibi bakmış yabancıya. Tarotta çıkan ölüm kartına bakar gibi bakmış. O ana dek hissettirilmediği, hissetmesine izin verilmeyen tüm duygular, hep birlikte ve aynı anda ortaya çıkmış. 

Bir masal süresi bu şekilde geçmiş.

Genç adamın budayıp aşıladığı ağaçlar, bir dalında kıpkırmızı, şeker gibi elmalar vermeye devam ederken, diğer dalında yemyeşil, dişleri kamaştıran ekşilikte, kocaman elmalar vermeye başlamış. Çalıştığı topraktan ısırganotları fışkırmış, kana kana su içtiği göletteki kırmızı balıkların arasında beyazlar belirmiş, o âna dek hep masmavi olan gökyüzünde pamuk pamuk bulutlar oluşmuş. Yağmur bile yağmış bir gün sarayın üzerine; şimşekli, gökgürültülü, insanı kemiklerine dek sarsan, şakır şakır bir yağmur.

O günlerde Prenses Valerie hayatında ilk defa bir "hız problemi"ni çözememiş. "Birbirinden 10km hızla iki ayrı yöne doğru uzaklaşan iki sevgili, bir daha yeniden ne zaman karşılaşır?"mış bu problem.. 

Dahası, tarih kitaplarında ilk defa kazananın değil, kaybedenin tarihini okumuş Prenses. Coğrafyada bölünen ülkeleri, boşaltılan sınır köylerini, nüfus mübadeleleri yüzünden iki ayrı ülkede kalan kardeşleri okumuş.

Bir masal süresi daha bu şekilde geçmiş.

Elma bahçesindeyse, apayrı bir hava esmekteymiş. Yabancı, günden güne yeşillenen elma dallarını budamakta, diktiği çitlere dikenli böğürtlenler, insanın elini ve bacaklarını dalayan ısırganlar, zehri içinde saklı sarmaşıklar dolanmakta, o güne dek mükemmel kelimesinin sözcük karşılığı olan bahçe, günden güne gürbüz, vahşi ve kavgacı bir oğlan çocuğuna dönüşmekteymiş.

Kraliyet dışında kimseyle konuşma deneyimi olmayan soylular ve saray çalışanları, bu durumu görmekte ve bilmekteymiş; fakat işinin ehli olduğu söylenen delikanlının, işi bitene dek kimseyle konuşmayacağını, kimseden fikir ve öneri almayacağını da duyduklarından, tuhaf bir "eli kolu bağlanmışlık"la, ağızları bantlanmış gibi susup kalmışlar. Tüm saraydan çıt çıkmamış. Üç maymunun hâkimiyeti tüm sarayı ele geçirmiş.

Ve bir gün, delikanlı ellerini beline koymuş, son bir defa bahçeye bakıp başını sallamış ve "işim bitti." demiş. 

Bunu öyle kendinden emin, vakur ve yüksek sesle söylemiş ki, ta sarayın içindeki odasında, tül perdenin gerisinde, tarih kitaplarının bilmeceleri içindeyken bile duymuş Prenses onu.

Çözmekte, daha doğrusu çözememekte olduğu matematik problemi ile sınırları sürekli değişen ülkeler coğrafyası kitaplarını bir yana fırlatmış ve koşa koşa babasına, kralın dizinin dibine varmış. Eteğini öpmüş, elini öpmüş ve yalvarmış: "Babacığım, kralım, bugüne dek her dediğimi ben daha size diyemeden yaptınız. Ben de sizden bu nedenle hiçbir şey istemedim, isteyemedim. Bir şeyi isteyip, olup olmayacağından emin olamama endişesini hiç tattırmadınız bana. İstediğimi daha ben bile bilmeden, ol! dediniz, oldurdunuz her şeyi. Şimdi sizden bir şey istemeye geldim. Ne olur kabul edin diye yalvarmaya geldim" demiş.

Kızı ilk defa kendisinden bir şey isteyen kral da, böylece, ilk defa bir şaşkınlığa uğramış ve bir lamba cini sevinciyle, "dile benden ne dilersen güzel kızım" diye cevap vermiş.

"Elma budayan yabancıyı, işini bitirip gidiyor oluşunun onuruyla, yemeğe davet edin babacığım. Bizim soframıza otursun, bizimle yesin, içsin" demiş Prenses bir solukta.

Kral yeniden şaşırmış. Kral iyice şaşırmış.

Bu, onun şaşırma günü'ymüş belli ki.

"Nasıl olur sevgili kızım? Bir yabancı, üstelik alt sınıftan bir çiftçi, bir zanaatkâr, bir işçi, nasıl olur da kraliyet sofrasına çıkar, bizimle bir olur, yer içer? Bu mümkün değil sevgili kızım. Dile benden ne dilersen derken, böyle bir şey dileyeceğini hiç ummamıştım" demiş ve alt dudağını dışarı, üst dudağına doğru çıkarmış, burnunu havaya dikmiş. Sözün bittiğini, sözün kanun olduğunu, kralca belirtmiş.

Prenses Valerie yıkılmış.

Hayatında ilk defa bir dileğe sahip olan ve bu dileği gerçekleşemeyen tüm pamuğa sarılı prensesler gibi yıkılmış. Öyle yıkılmış ki, onca yıldır hiç bilmediği, hiç hissetmediği tüm duyguları aynı anda hissetmiş; hayal kırıklığı, öfke ve nefret, içinde yükselmiş, yükselmiş, taşmış, yıkmış, yakmış, yok etmiş. Ama, içinde fırtınalar kopan Prenses, dışarıya hiç renk vermemiş.

Gece boyu gözüne uyku girmeyen, dertli, mutsuz, huzursuz, öfkeli ve endişeli Prenses, sabahın ilk ışıklarıyla kararını vermiş. Artık 15 yaşında bir yetişkinmiş ne de olsa, onu kim tutabilirmiş? Hem birkaç sene içinde tek varisi olduğu krallığın biricik yetkin kraliçesi olmayacak mıymış? Ha birkaç sene önce, ha birkaç sene sonra, tüm buralar, bu krallık, bu bahçe, bu ovalar, nehirler, köyler ve tebaası onun olmayacak mıymış? Kim hayır diyebilirmiş ki ona? Kendini şimdiden yetkin gördüğü kraliçe ünvanına kim olmaz, yapılamaz diyebilirmiş?

Prensesin gözünü öfke ve başkaldırı bürümüş - ve elbette ergenliğin doğası gereği - Prenses bile olsa, yaşı tam da "bir kavganın içinde olma, başkaldırma, itaat etmeme" yaşıymış çünkü. Gençliğin gözü karalığı ve o güne dek sarılı bulunduğu pamukların verdiği "bi'şey olmaz"ın güveniyle, "ya şimdi, ya asla!" demiş, toplamış ufacık bir valiz, giymiş en sade elbisesiyle pelerinini, çekmiş kapıyı, çıkmış. Koşa koşa elmalığa varmış, o güne dek kendisini bir defa bile göstermediği bahçıvanın kollarına atılmış, bir öpücükle kendisini Prense dönüşmüş sanan delikanlının ellerine yapıştığı gibi "götür beni buralardan" demiş.

Bizim Şaşkın Kral'dan bile daha şaşkın haldeki delikanlı, kollarında hiç tanımadığı bu akça pakça dünya güzeli sarışını bulunca, aklı akıl tasından çıkmış, uçmuş gitmiş. Hayatta başına ancak bir defa gelebilecek bu fırsatı elbette kaçırmamış. Prensesi tuttuğu gibi bir elma ağacının altına atmış, hemen orada ona sahip olmuş, sonra da atının tersine attığı gibi, doğan güneşe karşı masal köyüne doğru yola........ 

........ elbette böyle olmamış.

Delikanlı, hiç görmediği Prensesin Prenses olduğunu nerden bilsin? Onun gördüğü, sabahın köründe tarlaların içinden kendine doğru koşarak gelen, şehvetle dudaklarına yapışan, temiz giyimli, büyük olasılıkla sarayın mutfağında çalışan ve ara sıra kendisine cilve yapıp duran o hizmetli kızlardan biriymiş. Ağaç altı macerasından sonra da - kızın bakireliğine biraz şaşırsa da - "haydi bana eyvallah güzelim!" deyip, atına atladığı gibi çekmiş gitmiş. Dünyadan habersiz, baba sözü dinlemeyen Prenses de elma ağacının altında öylece kalıvermiş..

İşte geldik masalın sonuna. Kerevetine çıkamadık ama bugün de Psikiyatri kliniğinin pamuk gibi narin, iyi aile çocuğu, naif, dünyadan habersiz ve yaşadığı tecavüzden sonra aklı bir türlü yerine gelemeyen Prensesi Valerie'nin (elbette adı bu değil) hikayesini dinledik.

Evet. 

Maalesef.

Hayat bazen bu kadar acımasızdır işte sevgili pamuklara sarılmış ya da evladını pamuklara sarmakta olan Prenseslerim. Bir an önce çevrenizdeki pamuklardan kurtulmaya bakıp, hayatı "kaldırabilmek" için kas yapmaya başlamanız, bu hikayenin ana fikridir.

Hah, elma dağıtıyorlar ikindi öğünü için. Bakalım yeşiller de var mı arada?

8.3.24 - Münih.

19 Mart 2024 Salı

Uyumayan Güzel

Servise beraber giriş yaptık aslında. Aynı gün ve aynı saatte. Ben huzursuz, korkmuş ve telaşlı, o sakin, yavaş ve bir rüyada gibi ağır. 

Birbirimizi gördüğümüzde gülümseşmeye başlamamız iki günümüzü aldı. İlk "merhaba" üçüncü günde ve ilk sohbet tam beşinci günde yaşandı. Hayatımda hiç kimseyle bu kadar yavaş iletişim kurmamıştım sanırım. Benim telaşım ve onun yavaşlığı birbirine ancak beş günde eşitlendi. Ancak beşinci günde kesişebildi paralel giden hayatlarımız.

Çok güzel bir kadındı.

Fakat güzellik söz konusu olduğunda bana güvenemeyeceğini biliyorsun artık. Ben herkeste bir güzellik görenlerdenim. Bazen bunun faturası, çirkinliğin farkına çok geç varmama ve bazen de dışımdaki güzelliğe bu kadar odaklandığım için, kendimdeki güzelliği göremememe neden olsa da..

Ama bu başka bir yazının konusu.

Beşinci günün öğle yemeğinde, bir masanın kıyısında çakıştı yaşamlarımız. Ben vejeteryan öğle yemeğimi didikliyor, o ise, tüm sebzelerini bir köşeye ayırdığı et yemeğinin son lokmasını ağır ağır çiğniyordu. Göz göze geldik, selamlaştık ve ben artık dayanamadım, o sihirli soruyu sordum: "Nasılsın?"

İnsan tanımadığı birine nasıl olduğunu çok sık sormaz ve tanımadığı birinden de bu soruyu çok sık duymaz. Fakat tanıdığın birine kıyasla, tanımadığın birine verdiğin cevap çok daha samimi ve gerçektir. 

Bu ilginç. Ama konu bu da değil.

Bana cevap vermek yerine, eliyle, tüm dillerde "eh işte" anlamına gelen o hareketi yaptı ve "sen?" dedi. "Ben fena değilim sanırım" dedim. "Sessizlik ve boşluk bana iyi geliyor, beni yatıştırıyor.."

Gülümsedi. 

Öyle güzel gülümsedi ki, içimdeki cami avlusundan güvercinler kanatlandı bir anda. 

"Uyuyamıyorum ben" dedi sonra, "sadece ilaçla uyuyabiliyorum. Aylardır uyumadım" dedi.

Yüzüne, Tyler Durden'ın yüzüne bakar gibi baktım. "Üzüldüm" dedim, sahiden üzülerek. "Zor olmalı..."

Yeniden gülümsedi. Biraz önce aniden uçuşan tüm güvercinler, yeniden avluya indiler, yemliklerine kondular. Zaman durduğu yerden devam etti. Bomboş cami avlusunu, ihtiyar bir adam, ağır ağır adımlarla yürüyüp geçti. İçimdeki denizin dalgaları duruldu. Uzaklardan bir yerden martı çığlıkları ve eski Boğaz vapurlarının tok düdükleri duyuldu. 

Gözleri, Marmara kışları kadar kurşunîydi.

Bir şeyler anlatabilir, anlatılanları dinleyebilirdim. Ama yapmadım. Onun yavaşlığına, hiç uyunmamış bir uykunun ağırlığına ve içiçe geçip, bir unutulmuşluğa terk edilmiş anıların durgun kabullenişine bıraktım kendimi. 

Aylarca uyumamış olmayı düşündüm. 

Yıllarca uyumamış olmayı düşündüm.

Hiçbir prensin gelip seni uyandıramayacak oluşundaki olmamışlığı düşündüm.

Masalını bulamamış bir yaşamın, boşa geçişini düşündüm.

Sonra kalkıp ikimize de birer lavanta, melisa ve baldirian köklü çay hazırladım. Tüm öğleden sonra birlikte, sessizce, avludaki karaağacı izleyerek oturduk.

18 Mart 2024 Pazartesi

Kürk Mantolu Madonna

Omuzlarından ayak tabanlarına dek inen bir kürkü var. Tilki ya da mink kürk gibi, şimdilerde vintage denen, kahverengi tonlarında bir kürk bu. 17-18 yaşlarında bir kız çocuğunun üzerinde görmeyi yadırgayacağın türde, klasik kesimli, oldukça eski fakat çok güzel bakılmış* bir kürk. 

Yaşıtlarının anksiyete bozukluğu derecesine varan çevre hassasiyeti, vegan yaşam anlayışları düşünülünce, daha da tuhaf geliyor onun üzerindeki bu kürk bana. Kürk ve deri, benim de anksiyete derecesinde kaçındığım, hiç tarzım olmayan tekstil ürünleri olsa da, büyülenmiş gibi, bakışlarımı ondan ayıramıyorum.

Kürkün kalın yakasının içinde, ufacık, gencecik, bembeyaz bir surat. Kısacık, oğlan çocuğu tarzında kesilmiş siyah saçlar, koyu mavi, insana bulanık gölleri anımsatan gözler, bembeyaz yüzde iyice ortaya çıkmış kiraz kırmızısı, dolgun, masum dudaklar. Kaçıp, kürkün içine saklanmış bir masal prensesi, bunalımlı bir pamuk prenses, evsiz bir kontes, kürk mantolu bir Madonna âdeta.

Ve çok güzel.. Ve çok kayıp.. Ve çok yalnız.. Ve çok borderline.

foto internetten, anlattığım madonna ise, gerçekten!

* Birkaç gün sonra, bu kürkü bir bit pazarından aldığını anlatacak bana. "Ben almasaydım, belki de atılacaktı.." diyecek sesi titreyerek. Sıkı sıkı sarındığının kürk değil, o hayvanın yitirilmiş anısı olduğunu o zaman fark edeceğim. Ve, bir hayvanın önce kürkünün çıkarılıp geri kalanının çöpe atılmasının, sonra zamanla bu kürkün de "modasının geçip" çöpe atılmasının arkasındaki saçmalığı düşüneceğim ve yine hayatı hiç anlamadığımı, anladığımı sandığımda da "yanlış anladığımı" fark edeceğim.

17 Mart 2024 Pazar

Evci 2: Doğumlar ve ölümler

Bir arkadaşımın Hintli yan komşusunun bebeği olmuş. Kapıyı süslemişler, ziller asarak kötü ruhları kovmuş, bebeciği kutsamışlar.. Ne güzel değil mi?

Kültürümüzde, öldükten sonra genelde ölümle hatırlanıyor insanlar, o günün yıldönümü gelince bir hüzün çöküyor kalanlara, tatlıya bağlama adına helva falan yapılıp dağıtılıyor.. Şu an yaşadığım kültürde ise ölüm yıldönümleri unutulup gidiyor, ilk sene bile hatırlanmıyor; onun yerine doğum günleri mutlaka hatırlanıyor.

Kültürümüzde eskiden doğum günlerinin bilinmiyor oluşunun etkisi de vardır mutlaka bunda.. Leylekler gelirken doğmuştun, yapraklar dökülürken doğmuştun.. Ama ölümün mutlaka bir tarihi var. Belki artık yavaş yavaş doğum günü bilinen nesle geldiği için sıra, belki bundan sonrasında bizim kültürümüzde de ölüm yerine doğum gününün anıldığı, ölüm yerine yaşamın hatırlandığı bir zaman gelir..

Gelir mi ki?

Nizam Eniştemin anısına 17.3.22

16 Mart 2024 Cumartesi

Evci 1: Falcı

Bir falcı, yolda karşılaştığı bir başka falcıya sorar:

“Nasılım?”

15 Mart 2024 Cuma

İlk Temas

Geldiğimden bu yana, karaağaca bakarak, kendime ait sandığım küçük odamda oturuyor, önüme koyulan bir tomar anahtardan, içimdeki kilitleri açabilecek anahtarı bulmaya çalışıyorum. 

İlk anahtarı bu sabah buldum. 

Bir adam var. Uzakdoğululara özgü genetik mirası, yaşını anlamamı engelliyor. 20 de olabilir 50 de, tek beyaz teli yok saçında, tek bir kırışıklığı yok. Yaşsız bir adam. 

Adam, kliniğin orta yerinde bulunan geniş grup terapi odasında bir köşede oturuyor ve origami kağıtlarından küçük turna kuşları yapıyor. Yaptığı turna kuşlarını kapaklı bir cam kavanozda biriktiriyor. Karaağaçtan biraz daha hareketli bir varlık olduğu için, gözüm ona takılıyor. Bir süre izliyorum. Sonra gidip yanına oturuyorum ve geldiğimden beri ilk defa birine "merhaba" diyorum. Parmakları hâlâ hızlıca katlayıp büktüğü kağıtta ama gözleri bende, "merhaba" diye cevap veriyor. "Ne yapıyorsunuz?" diyorum. "Turna kuşu" diyor ve kavanozdan bir tane çıkartıp avucuma bırakıyor. Muhteşem bir şey bu. O an kavanozda en az 100-200 turna kuşu olduğunu fark ediyorum.

Kavanoza baktığımı görünce, "senbazuru" diyor. “Benim kültürümde bunun adıdır. Bir sene içinde 1000 tane turna kuşu yaparsan, bir dileğin kabul olur. Ben 243 tane yaptım" diyor sonra, hafif bir gurur hissediliyor sesinde ve kararlılık. Umut? Emin değilim.

"Ben de bir tane yapabilir miyim?" deyiveriyorum, kendim de şaşırarak. Daha önce en fazla kayık, tuzluk gibi anaokulu elişi faliyetleri yapmışımdır. Tuzlukları özellikle severim, içine birşeyler yazıp oyunlar oynayabilirsin.. Ama onun yaptığı turna kuşu, benim kabasaba tuzluklarımın yanında bir sanat eseri gibi duruyor. Bana bir kağıt uzatıyor ve işine dönüyor. Elimde kağıtla öyle kalakalıyorum.

"Nasıl yapılacağını bilmiyor musun?" diye soruyor şaşkınlıkla o zaman, sanki bisiklete binmek ya da daha basiti, diş fırçalamak gibi temel bir bilgiymişçesine.. "Hayır" diyorum utanarak. Gülüyor o zaman, "beraber yapalım" diyor. 10 dakikaya yakın uğraşıyoruz, iki tane sol elim var çünkü ve aramızda dil bariyeri. Fakat en doğal bağlar, konuşmadan kurulanlar değil midir? Bir süre sonra, ritmimiz uyumlanıyor, hareketlerimiz bir dansa benzemeye başlıyor. Hayatımın ilk kağıt turna kuşunu yapıyorum. Benimki eciş bücüş, onunki yine mükemmel. Ondan daha mutluyum, daha gururluyum çünkü onun binlerce defa yaptığı bir şeyi, ben ilk defa başardım.. Onunkiler kadar mükemmel olmaması sorun değil. Yeni bir şey öğrendim..

İki çocuğum için birer tane yapıyorum. Akşam eve gittiğimde sevinecekler. Öyle de oluyor gerçekten ama onlar turna kuşlarımı alıp da elim boş kalınca... keşke bir tane de kendime yapsaydım, diyorum. Kendimi yine unuttum.....


Meraklısına. Senbazuru efsanesinden kaynağını alan kağıt turna kuşları, Japonların origami el sanatları arasındadır fakat asıl ünü "Sadaka Sasaki" ismindeki bir kız çocuğundan gelir. Hiroshima kurbanı olan bu kız çocuğu, 12 yaşındayken getirildiği ve ölümü beklediği terminal koğuşta 1000 adet turna kuşu yapmaya başlar ve sonunda bir dileğinin (bu dileğin ne olabileceğini anlamak çok güç değil sanırım) gerçek olacağına inanır. 25 Ekim 1955'te öldüğünde, 644 turna kuşu tamamlamıştır. Ölümünden sonra, hastanedeki diğer hastalar ve aileleri 356 turna kuşu daha yaparak, cenazesinde tabutunun içine yerleştirirler. Bu hikaye, Hiroshima Hatıra Müzesi'nde bir anıt olarak durmaktadır.

foto: wikipedia

14 Mart 2024 Perşembe

Kapılar

İlk günkü ağır masif tahta kapı gibi değil hiçbiri. Ama kapılar var. 

Sokaktan gelip, çeşitli katlardaki çeşitli koridorlara girildikçe ve daha içerideki odalara doğru yüründükçe, boyutları git gide küçülen, üzerindeki işlemeler azalan, sadeleşen ve beyazlayan kapılar. Son kapıya dek, hiçbiri kilitli değil. Sonuncusu kilitli gibi ama aslında o da değil. Bir düğmeye basıyorsun, hemşireye gülümsüyorsun ve hemşire otomata basarak o kapıyı da açıyor. Hem kilitlisin, hem de kilitli değilsin gibi bir oyun. 

Oysa buradaki çoğu insan zaten kendi içinde kilitli.

Yarından itibaren sana onların hikâyelerini anlatacağım. 

13 Mart 2024 Çarşamba

Avludaki Ağaç

Avludaki karaağaç, belki de, benim için, yaşamımın bu dönemi için bir simge. Capcanlı, gözümün tam önüne konmuş bir metafor. Kapkara bir karaağaç. Belki yirmi metre vardır boyu. Yaşı kim bilir kaçtır.. Karaağaçlar 1000 seneye yakın yaşar, demek ki en az 200 senedir burada, bu bahçede. Bahçe bahçe değilken bile, o vardı..

1000 sene yaşadığını düşünsene. Yani yaşam dönemi birbiriyle hiç çakışmayan ortalama 11 farklı insanın tüm ömrünü ya da ortalama bir hesapla bir insandan doğacak 33 nesli doğumundan ölümüne görmek demektir bu! 

Bir an durup, herkes 30 yaşında 1 tane çocuk yapsa.. ama bazıları 0 bazılarıysa 2, 3 çocuk yapacaktır, o zaman kaç insanı tanır bu ağaç diye hesaplamaya kalktım, içinden çıkılamaz, hesaplanamaz bir matematik problemi gibi göründü bu bana. Akıl almaz bir rakam! Bıraktım.


Ama bırakamadım da. 

Ağaca baktıkça, onun tüm bu hareketsiz, sakin bilgeliğinde, bu matematiksel kurgunun gölgesini görüp durdum. Bu ağaç için herbirimizin ne kadar önemsiz, geçici bir detay olduğumuzu, tarih boyunca bu ağacın hepimizden çok daha önemli bir konumda olduğunu düşündüm.

Ve bir gün, bir densiz gelip kesiveriyor onu. Kendi doğrusu içinde "kuruduğuna" ya da "yaşlandığına" kanaat getirebiliyor, tehlikeli bulabiliyor kendi yaşam ortamı için, ya da sadece o an o ağacın yanlış yerde olduğuna, ya da gereksiz olduğuna inanabiliyor. Sanırım hayatı, mekanı sahiplenme algısı ve tarihle ilgili sorunum da tam olarak burada başlıyor: Kimin doğrusu, kimin gerçeği..

Halbuki bu ağacın kesilmesi, tıpkı birdenbire kesiliveren güzel bir metin gibi. Hani tam ş

12 Mart 2024 Salı

Köşe Oda

Yeni bir ortama girdiğimde ilk davranışım, gerektiğinde kendimi bir cenin gibi rahat ve güvende hissedeceğim bir köşe, bir kovuk, bir mağara, bir kişisel alan bulmaktır. Bir koltuk seçerim meselâ; kamu alanında olmasına rağmen onu sadece kendime aitmiş gibi hisseder, onu bir eşya olarak görmek yerine, bağlanabileceğim bir varlık olarak bellerim. 

Buraya gelir gelmez de yerimi buldum. Koridorun çatal yapıp iki yöne ayrıldığı yerde, ufacık ve yalnız bir köşe oda var. Odanın penceresi kliniğin iç avlusuna bakıyor. Tabii ki açılmıyor, kilitli. Kimsenin iç avluya uçmasını istemeyiz elbette. (Karadenizlilerin ölmeye uçmak dediklerini biliyor musun?)

Pencerenin üst tarafında bir hava fanı var. Alman, Teknik. Oda sürekli havadar. 

Pencerenin önünde yuvarlak bir masa (bu klinikte nedense her şey yuvarlak, hiçbir şey köşeli değil. Hayat bu klinikte yumuşak hatlı bir Akdeniz kadını kılığında) ve iki sandalye var. Bence bu oda, kliniğin en güzel, en yalnız, en sakin, en kendiyle dopdolu odası. Yerimi buldum, diye boşuna demedim.

Bu odada, terapiler nedeniyle çıkmam gerekmedikçe, tüm günümü geçirebilirim. Son bir haftadır geçiriyorum da. Her sabah 8.30'da geliyorum, papatya çayımı alıyorum, sandalyeme oturuyorum. Yazı defterimi ve kalemimi çıkartıyor ve tek kelime yazmadan, avludaki karaağacı izliyorum.

Onu yarın anlatacağım sana.

Bugün 45 yaşımda, hiçbir şey yapmamayı öğrenmeye çalışıyorum. Toplum tarafından bana biçemlenmiş, sadece günümü doldurmaya değil, anlamlı ve yararlı bir şekilde doldurmaya yönelik beklentileri aşmaya çalışıyorum. Toplumda genç ve sağlıklı bir bireysen, sadece keyif odaklı yaşamak, bir tür delilik adlediliyor. Oysa gerçekten delirince insan, hiçbir şey yapmasına gerek kalmıyor. Yapman gerekenler, sorumlulukların, sonsuz listeler, planlamalar.... Puf! Yokoluyor.

Buradaki görevim tam olarak bu: beklentisiz, görevsiz, sorumluluk duyulmayan, sakin bir ortamda sessiz, sakin, plansız ve programsız kalabilmek. Benden beklenen bu.

İlk hafta zordu. Sürekli hemşire odasında Dr ne zaman gelecek (bilmiyoruz), görüşmem ne zaman (henüz belli değil), idrar ve kan testi sonuçları (henüz çıkmadı), EKG ve MR sonucum (gelmedi), peki ben tüm gün ne yapacağım, ne yapmam gerekiyor (oturun, dinlenin, sudoku ve puzzle var..) Tanrım! 

İlk haftanın son günü idrak edebildim; sonunda kendimi bırakabileceğim, kimseden sorumlu olmadığım, kendimi başka birilerinin sorumluluğuna bırakabileceğim bir yer burası. Bir ana rahmi. Biri de bana baksın, benim yerime beni o düşünsün, biri de bana annelik etsin....!

Yarın sana Avludaki Ağacı anlatacağım....

11 Mart 2024 Pazartesi

Bir Mart sabahı

Bir Mart sabahıydı. On bir Mart sabahıydı. 

Henüz dallara bahar yürümemiş, ağaçlar tomurcuklanmaya başlamamış, insanın içi kış uykusundan silkelenip de rengârenk çiçeğe durmamıştı. Doğa gri ve kahverenginin ölümü hatırlatan tüm tonlarıyla, ağır bir uykudaydı.

Arada bir açan güneş kimseyi ısıtmaya yetmiyor, herkes, tüm doğa ve canlılar sabırla bekliyordu. Durmak, beklemek ve umut etmek dışında hiçbir şey olmuyordu.

Bir süredir, çoğu bitti azı kaldı diye kendini oyalayıp duruyordu. Her kış gibi bu da geçecek, yeniden bahar gelecek diye düşünmeye çalışıyor, doğanın tomurcuklarını, uyanış haberlerini bekliyor, beklerken de kendini ufak telaşlarla, kendi yarattığı görevlerle oyalamaya çalışıyordu. 

Öyle sanıyordu ki, herkes için biraz böyledir bu mevsim. Herkes bekler. Bir haber bekler..

Beklenen haberler yavaş yavaş geliyordu. Örneğin Yaren gelmişti bile ve onun Alman versiyonu Alexander da güney sınırından içeriye girmişti. Herşey yolundaydı işte. 

Fakat içindeki telaş, huzursuzluk dineceğine, sanki artıyordu. İçi, hırçın bir iç deniz gibi kuzuluyordu. Ruhundaki cadı kazanı fokur fokur kaynıyordu. Vücudunda ve aklında, onu huzursuz eden, ona yabancı bir telaş vardı.

Doğanın çıldırmasına bu kadar az kalmışken, kendi çıldırmaktan korkuyordu. 

Ne demekti çıldırmak? Bir sabah çocukların suluklarını birbirine karıştırmaktı. Her gün aynı saatte bindiği trende, her gün oturduğu koltukta başka birisini bulmaktı. Öğlen ton balıklı sandviç yerine yumurtalı sandiviç almaktı yanlışlıkla. Akşam okul çıkışına beş dakika geç kalmaktı. 

Tomris anlardı onu, bilirdi bu korkuyu: 

Ya eve, bir gün yirmi dakika gecikirsem?... (Tomris Uyar, Yürekte Bukağı)