Asabi falan değilim :)) Ama dün ve bugün yazamamamın bir mazereti var: Bahar.
Bahar öyle güzel geldi ki. Birden bire oldu herşey! Her sene aynı şeye bambaşka şekillerde şaşırmak, ne kadar tatlı…..
Asabi falan değilim :)) Ama dün ve bugün yazamamamın bir mazereti var: Bahar.
Bahar öyle güzel geldi ki. Birden bire oldu herşey! Her sene aynı şeye bambaşka şekillerde şaşırmak, ne kadar tatlı…..
"Hanımefendi size dokunan nedir, niye ağlıyorsunuz?" dedi. Cevap veremedim çünkü hakikaten neydi ben de emin değilim. Belki 3000km ve 20 sene ötesinde bulunduğum ülkede olan bitenler, belki burnumun dibindeki kendi özel hayatım, belki dünkü o zavallı hayvana yapılan işkence, belki de tüm bunlar olup biterken birilerinin keyifle golf oynaması, başkalarının tırnak bakımı yapması... Bilmiyorum bana dokunan neydi.....
Dün, tam 14 senedir görmediğim bir arkadaşımla buluştum. Avustralya'ya eş zamanlı taşındığımız, iki yıl sonra bizim Avrupa'ya dönme kararı almamızdan sonra da bir daha görüşmediğimiz bir arkadaşımla. Yanında 12 ve 9 yaşında iki çocuğuyla dört günlüğüne şehrime gelince, görüşmek farz oldu. Aslında ilk başta istemedim çünkü bana Avustralya'dan buraya gelişimin aslında büyük hata olduğunu gösterme riski vardı... Bununla yüzleşmek istemiyorum çünkü hayatta aldığım tüm kararların - doğru ya da yanlış - arkasında durmak gibi takıntılı bir huyum var. Ama "buraya gelmek" arkasında dimdik duramadığım bir kararım, biliyorsun.... Öyle ya da böyle, zaten artık çok geç.
Yine de tahmin ettiğim gibi olmadı. Yıllar hem "değiştirmiş" hem de "aynı" bırakmış bizi... Çocukları da çok sevimliydi, güzel vakit geçirdim...
Aussie-land..
Ne kadar geride artık.....
15. Hafta: İşimiz Allah'a kaldıysa..
Papaz efendi o kadar inançlıydı ki, halkına örnek olmak için, yaşanan sel felaketinde bile kilisesini terk etmemeye, Tanrıdan bir kurtarış beklemeye karar verdi. Cemaatinden birçok kişi onu ikna etmeye, kendileriyle birlikte güvenli bir yere gitmesine yardım etmeye çalışsa da, o Tanrıdan gelecek yardımı beklemeye ve insanları da inançsızlıkla suçlamaya devam etti.
Sonunda da sele kapılıp öldü.
Öbür dünyada meleklerle karşılaştığında da "Tanrı bana neden yardım etmedi?" diye iayan edince, melekler de ona dediler ki, "Tanrı sana üç farklı kişi elçiliğiyle yardım etmeye çalıştı ama sen hiçbirini dinlemedin ki.."
*
Bu sana da şu fıkrayı hatırlatmadı mı? Temel senelerce her gün "Allahım ne olur büyük ikramiye bana çıksın" diye dua ettikten sonra, bir gün ölür, cennete gider ve "Tanrım sana her gün dua ettim, neden ikramiyeyi bana çıkartmadın?" diye hesap sorar. Tanrı da der ki: "Hiç bilet almadın ki be adam!".....
Kıssadan hisse: Bazen kaderin sana bir iyilik yapmasını beklemek değil, kendi kendine harekete geçmek ve işi bitirmek gerekir.... Çözümleri sürekli kendi dışında arama!
Haftanın görevi: Yardım ya da rehberlik beklediğin bir durumu düşün, sonra sana en çok yardımı dokunacağını düşündüğün çözümü bir kağıda yaz. Sonra bu çözümden bilerek vazgeç ve alternatif çözümleri düşün. Bakalım nasıl ışıklar yanacak yolunda..
Instagram kullanmasam da, bazı güzel fikirler ve projeler, bana (a.k.a. Sağır Sultan) kadar geliyor.
Onlardan biri: Öteki Bahçe.
Farklı ve ayrıksı olmak; bazen göçmen olmaktır, bazen toplumun normları dışında kalmak. Bazen lgbtq+ olmak, bazen sadece sanatçı olmak ya da sadece farklı "düşünmek"... Öteki olmak... Ne güzel ki bu "öteki"leri de gören, seven, koruyan ve "geliştiren, yetiştiren"ler var.... O insanlar iyi ki var, varız <3
Bu deneyi duydun mu bilmem, bak bu linkte güzel anlatılıyor. Onu oku, sonra gel, aşağıyı oku derim.
Türkiye de dahil olmak üzere, "incel /femcel" kültürü, orijinalindeki "seçim dışı"nın kaldırılıp, "kişisel seçimle" olduğu da kabul edildiğinden beri, dünyada baya hızla yayılmaya başladı. Eskiden, "istediği halde ilişki kuramayan" kişilere acınırdı ya da tercih / huy olarak asosyal ve aseksüel olan bireyler sorunlu görülürdü ama şimdi gençler kendi seçimleriyle de bu şekilde davranabiliyor.
Mesela, Türkiye'de 20'li yaşlarına geldiği halde daha ciddi bir ilişkisi olmamış, ailesiyle yaşayan gençler oldukça fazla ve bu sadece muhafazakar ailelerde değil, bazı modern ve yüksek gelir dağılımındaki ailelerde de görülüyor. Aileden bir kısıtlama olmadığı halde, genç bir ilişki içine girmek istemiyor ya da giremiyor, odasında elinde telefon takılmayı tercih ediyor.. Genelde kendi cinsiyetinden birkaç arkadaşı oluyor ve karşı cinsle flört dışı arkadaşlıkla da çok ilgilenmiyor. Evlilik yaşı da zaten baya arttığı için, aile ve çevreden baskı olmadığı sürece, bu şekilde bir yaşamı tercih edebiliyor. Aile evinden işe gidiyor, ara sıra dışarı çıkıyor, hatta bazıları tinder vs gibi sanal ortamlarda partner de buluyor dönem dönem ama bizim anladığımız anlamda bağlanma içeren romantik ilişkileri ya yürütemiyor ya da hiç o işlere girişmiyor bile..
Bunu "rahatına düşkünlük, aile evinde ekmek elden su gölden, kim evlenir de sorumluluk altına girer" diye basite indirgemek de yanlış bence çünkü sanki gençler arasında yukarıdaki deneydeki gibi bir durum söz konusu.. "Güzeller" denen fareler yani.. Kişisel bakımlarına düşkün, hayatı bazı basit ve temel zevklere indirgemiş ama toplumsal rollerden ve sorumluluklardan kaçınan, kendi içine dönük influencer / influenced ayrımında kutuplaşmış bir topluluk.. Tuhaf değil mi sence de?
Bu şekilde devam edersek Universe 25'ten pek farkımız kalmayacak sanırım.. Bu kötüdür ya da iyidir demiyorum, belki de "yol" bu...... Düşündürücü.
Bir de daha bimbo'lar ve karen'ler var :))) Onları duydun mu?
Bazıları "binge izleyip aynı günde bitirdim" yazmışlar ama biz ancak 10 günde bitirebildik :)) Elbette ergenlik öncesinde iki evlat sahibi olarak, etkilenmemek, endişelenmemek elde değil. Bu dizi bana System Crasher'i hatırlattı ama o çok daha iyiydi açıkcası.
Fakat asıl, ben kafayı "tek çekim"e taktım! Yahu nasıl olur 1 saatlik bölümler hiç "cut" yapmadan tek seferde tek kamerayla çekilebilmiş!? Bu nasıl bir planlama ve oyunculuktur? Vallahi teknik bakmaktan (hele 2. bölümün sonunda kamera birden havalanıp uçtu ve sonra konup yine kesintisiz devam etti ya!) nasıl yaptılar bunu diye diye, diziye konsantre olamadım..
Bu tür tek sefer çekimler tabii insanı daha bir konunun içine çekiyor.. Genel anlamda çocuk oyuncunun özellikle 3. bölümdeki performansı da çok iyiydi, 1 saat kesintisiz ve doğaçlama rol yapmak, o yaş için bence büyük bir yetenek. Yapılan bir röportajda, çocuk oyuncu "ben aslında çok yorgundum ve esnedim ama karşımdaki oyuncu bana "seni sıkıyor muyum?" diye sorup, bizi sahneyi en baştan çekmek zorunda kalmaktan kurtardı!" diyor :)) Impro yani doğaçlama zaten çok severim, pek hoşuma gitti..
Fakat psikoloğa da, ne bileyim uyuz oldum: dan dan sorular, hiç gerçekçi değildi ama adli psikoloji çok zor bir alan ve çok farklı bir alan. Ben asla yapamazdım.. Öyle oğlan üstüme yürüyecek ve ben sakin kalacağım? Oyyy. Düşünürken bile gerildim. Gerdi beni bu dizi; hem anne, hem psikolog, hem de tek çekim tekniğinin ve kamera arkasındaki dâhinin meraklısı olarak...
Bu sene, belki de yaşamımda ilk defa, ailem de dahil, kimsenin bayramını kutlamadım.. İçimden gelmedi çünkü büyük ağırlık var üzerimizde ve böyle bayram olmaz... Başkalarının hakkı yenerken, olmaz. İçimden gelmedi işte.
Tabii kutlayanlara cevap verdim, hatta mutlu oldum beni de hatırladıkları için. Zaten toplamda sanırım 3 kişiydi bunu yapan. İyi ki varlar..
Yani başkaları yaptığında içimi hoşlukla dolduran, mutlu ve müteşekkir kılan bir eylemi, kendim yapamadım, hakkım olarak göremedim. Böyle tuhaf bir ikilem.
Böyle çok ikilemlerim var aslında..... Kendimi ayrıksı hissettiren.
Bayram bittiği için mutluyum, itiraf edeyim, ben bayramları çocukluğumdan beri hiç sevmedim.. Hep bir hüzün duygusu eşlik eder bizim evde bayramlara, nedenini çocukken anlamadığım, huzursuz olduğum, büyüyünce de gayet iyi anlayıp, daha da huzursuz olduğum bir hüzün..
Evet. Bayram iyi ki bitti.
Marteniçka olur da, Nisaniçka neden olmasın? ;)
Kendimi hayatla oyalıyorum.. Dün gittim renk renk ipler aldım, dedim ki her ay birini yapayım, yanına da bir dilek tutayım, neden olmasın?
Bir de permütasyon kombinasyon sorusu sana; 6 farklı ip, aynı renkler yeniden bir araya gelmeden, beni kaç ay götürür bil bakalım? :)))
Tırtılımı hatırlıyor musun?
O yazıyı yazdıktan sonra, bırakamadım ben onu. Birkaç gün daha besleyeyim, belki başarırım tırtıldan kelebeğe ulaştırmayı diye düşündüm. O da sağolsun kırmadı beni, bol bol yedi, sonra da bir sabah bir de baktım, kocaman kahverengi bir pupa yapmış kendisine.
Aslında itiraf edeyim pek umudum yoktu pupadan çıkacağına dair. Fakat aynen Prof.Google tarafından öngörüldüğü gibi, 21 gün sonra dün sabah, klasik sabah kontrolüm sırasında, 3 haftadır pupa gördüğüm yerde bir kelebek görünce, delirdim sevinçten. Sabah 6 falandı, hiç umursamadım tüm evi uyandırdım :))
Çocukların kahvaltılarını hazırlarken, ona da muz, elma kestim, daha geniş bir kaba aldım - belki uçma denemeleri yapacak çünkü - pamuklara ballı sular emdirdim ve kelebekçiği de içine koydum. İlk iki saat hiç kımıldamadı. Dönem dönem bakıyorum tabii bir çocuk heyecanıyla..
Bir de baktım sırt üstü düşmüş, aaa dedim öldü! Bunca çabadan sonra.. Yok, ölmemiş ama hiç enerjisi yok çünkü yemek yemeyi bilmiyor! Aldım elime muzun üzerine koydum. Kanatları titremeye başladı. Ah dedim ölüyor heralde.. Ama o an ağzından kocamaaaan bir dil çıktı ve dil iştahla muzun üzerinde dolanıp muzu emmeye başladı :)) Tamam dedim kurtardık.
Fakat önümüzde yeni bir sınav var. Hava dışarıda buz gibi ve yağışlı. Dışarıya salamam. Evde de kalamaz. Sıcak ve bitkili bir ortam nerede var, hah, Botanik Bahçesi! Üstelik orada bir odada tropik kelebekler sergisi de var. Randevulu giriliyor, internetten baktım yarın sabah 9'a yer var, valla 7 euro da bilet parasını bayıldım.. Analııııık. Yavrumu şimdi gizlice yanımda botanik parkına sokacağım ve kameralara yakalanmadan onu diğer kelebeklerin arasına salacağım... Oyyy çok stresli ve büyük ihtimalle de illegal :))
Sabah çocukları okula bıraktıktan sonra, aldım kelebeğimi, gittim Botanik Parkına. Girdim sergiye, gizli bir köşede, gizlice saldım kelebeğimi. Biraz da oturdum izledim, nasıl güzel kelebekler vardı... Çocuğum, yazık, çelimsiz, kara kuru kaldı aralarında ama belki bulur kendine göre bir eş.... Bulamasa da, keyfince geçirir kalan ömrünü sıcacık ve dostlar arasında.
Yarın sana diğer kelebekleri göstereceğim. Bugünlük benim kara, kuru, vasıfsız evladımın mürvetini görelim.. Yarın "elalem ne çocuklar yapıyor"a geçeriz :)))
Koşturuyorum :) Ama çok güzel bir koşturma!
Yarın anlatacağım söz.. "İşlem tamam" olunca ;) Şimdilik "arkası yarın..."
Heyecandan aklıma yazacak başka hiçbir şey gelmedi. Ufacık bir gülmeceyle oyalayayım seni bugünlük, yarın affedeceksin ama bak, eminim ;)
Dünkü ödevi yaptın mı? Belki de daha önümüzdeki günlerde yapacaksın.. Yap derim, bu kitaptaki en sevdiğim ödevlerden biri olmuştu ilk sefer yaptığımda da..
O sefer gün boyu "aziz" aradım durdum. Yollarda insanların yüzüne dikkatli dikkatli baktım, bir gülümseme, bir iç huzur aradım. Konuştuğum insanlarla yumuşak yumuşak konuşup, belki içlerinde gizli kalmış azizi açığa çıkartmalarını bekledim. Trafikte yol verdim, kapılar açtım, belki aziz bizim evdedir diye, çocuklara daha bir dikkatli, özenli yaklaştım ama ı-ıh, karşıma bir tane bile "ah işte aranılan aziz!" diyeceğim insan çıkmadı. Sonra düşündüm; iki sonuç buldum.
1. Hiçbir insan aslında aziz değil, aynen "kötü / şeytan" da olmadığı gibi. Hepimizin içinde azizlikler de var, karanlık sırlar ve kuyular da.
2. Aslında gün boyu aziz ararken, ben kendim aziz gibi davrandığımı, hiç olmadığım kadar kibar, diğerkâm olduğumu fark ettim. Aziz meğerse benmişim :)
Bu haftaki masalımız, geçen haftakinden daha anlamlı ;)
9: O bir azizdir!
Eski ve unutulmaya yüz tutmuş bir manastırın baş rahibi, ne yapsam da bu işlevini kaybetmiş cemaati yeniden tanrıya bağlasam derken, bir gün, uzun zamandır çalınmayan kapısı çalınır ve ak saçlı bir dede “bu manastırda bir aziz yaşadığını duydum ve aranızda bir süre yaşamak istedim” diye manastıra dahil olur.
Rahipler “kim acaba aramızdaki aziz?” diye düşünmeye ve birbirlerinin iyi huylarını öne çıkartarak, birbirlerini aziz olarak görmeye başlarlar.
Bir süre sonra, herkes üzerine atfedilen “bu adam bir aziz” cümlesinin hakkını verebilmek için gerçekten özen göstermeye, dolayısıyla aziz gibi davranmaya başlar ve görürler ki, manastır gerçekten bir aziz yuvası olmuş.
Kıssadan hisse: İnsanların iyi huylarını öne çıkartır ve dile getirirsen, onları gerçekten iyi biri olmaya koşullarsın (tersi de geçerli elbette, buna modern dilde manipülasyon diyoruz). Aynı zamanda da, sen aksilikleri ya da kötü insanları değil, iyileri arayan gözlerle bakınca, dünyanın da daha iyi bir yer olduğunu göreceksin..
Günün ödevi: Bugün çevrene daha farklı bir gözle bak. Çevrende bir aziz göreceksin bugün! Buna inanırsan, karşına çıkacak o aziz.. Bak bakalım nereden çıkacak o aziz ve bak bakalım, günün sonunda sen nasıl hissedeceksin?
“İnsan aldatıldığını anlarsa, yapabileceği en iyi şey, seyirciyle birlikte gülmektir.” diyor Umberto Eco, Prag Mezarlığı’nda.
Ne diyorsun buna? Ya da hiç yapabildin mi, diye de sorulabilir..
İlk tepkim her zaman öfke olsa da, bir süre sonra, gülüp geçebilmenin daha olgun bir davranış olduğunu düşünüyorum, fakat çok yüksek düzeyde bir otokontrol ve olgunluk, görmüş geçirmişlik gerekiyor.
Bir de sosyal politika konusu bunun dışında tabii….
Bu haftasonu Almanya’da seçimler var. Pandemi’de aşı ve maske karşıtlığı, ezoterik yaklaşımlar, alternatif tıp ve elbette komplı teorilerinin “1 numaralı” destekçisi The Basis, bu gayet faşist yaklaşımı, sağda solda bazı demokratik görünümlü posterlerle destekliyor. Onlardan biri de bu:
İlk bakışta medyada “sansüre hayır”, halkın haber alma hakkını geri verin gibi bir anlamı da olsa, Almanya’da sansürlenen haberlerin genelde mültecilerin karıştığı suçlar olduğu ve bu sansürün nedeninin de mültecilere karşı öfke yaratılmaması olduğu düşünülürse, tam bir çağa özgü faşizm olduğu ortaya çıkıyor….
Tam bir kuzu postunda kurt örneği.
Uzun süren bir grip sonrası çok hımbılım. Ayurvedik bir çay yaptım kendime getirmesi umuduyla. Çay paketindeki özlü söz "gülümsemeyen birini görürsen, onu kendi gülümsemenle onurlandır" diyor. Gülümsediğin halde yüzüne bön bön bakanlara ne demeli sevgili özlüsöz amca?
Türkçe konuşmaya konuşmaya, bazı kelimeleri, hızlı konuşurken birbirine karıştırıyorum. "Saçlarım kırçıllaştı" da neydi öyle?! Utandım.
Bu sabah eksilerden ani bir artı 12 fırlaması yaşandı (lodosumuz ünlüdür) ve bahçede buzların erimesiyle bu tıfıllar ortaya çıktı. Biraz erken değil mi??? :) Hoş geldiniz tıfıllarım..
Hepimizin bir bütünün parçası olduğu düşünülürse, Rûmi ne kadar haklı: “Sana duvar olan, başkasına kapıdır.”
Bazen kendim için çıkış yolu bulamadığımda ama başkası için o çıkışı açık açık görebildiğimde ya da istediğim bir şeye ulaşamadığımda ama başkasına kısmet olduğunda, hep: demek ki başkası için hayırlıymış diyorum.
Rûmi’den okumadan önce de diyordum. Demek ki yoldayım, bu güzel..
Offf yine bir başka robot hikayesi.. derken… Annelik hakkında, sorumluluk, görev ya da dünyadaki yaşam anlamı hakkında, muhteşem bir çizgi film mi izledim, ne oldu şimdi?!
Aşırı öneriyorum. Son zamanların en iyisi..
8: Dağ Çilekleri:
Bu haftanın hikâyesi kısacık: kaplanlar tarafından ormanda kovalanan bir kadın, uçurumun kenarına geliyor ve ilk bulduğu ağaç dalına sarılıp, kaplanların ona ulaşamayacağı şekilde, uçurumdan sarkıyor. Fakat bir de bakıyor ki, aşağıda yeşil çimenler olarak görünen, binlerce yeşil yılan. Ve ağaç dalını iki sıçan kemirmekte. Tam o anda tutunduğu ağaç kökünün yanında iki dağ çileği fark ediyor ve hemen o çilekleri kopartıp ağzına atıyor.. Lezzet patlaması, o ânı sonsuza dek uzatıyor…
Kıssadan hisse: İçinde bulunduğun en zor zamanda bile, âna dair bir güzellik varsa, onu değerlendir.
Haftanın ödevi: Hayatında bir lezzet patlamasını nasıl yaratabilirsin?
Dostluklarla ve yalnızlıkla ilgili, dün bir danışanıma spontan bir örnek verdim, güldük ve onun çok hoşuna gitti. Burada da dursun, belki senin de hoşuna gider.
Belki sorun yalnızlık değil de, yanlış insanları çok yakınına almaktır? Şöyle bir örnek vereyim. Organik kıyma genelde 300gr satılıyor marketlerde ve yanında da 500gr organik olmayan kıyma duruyor. İkisi neredeyse aynı fiyat fakat miktar yarı yarıya.. Fakat işin aslı, pişirdiğinde çıkıyor. 500gr kıymayı pişirdiğinde içindeki yağ ve su miktarı dağılınca elinde yemek için yarı yarıya et kalmış oluyor. Organik 300gr kıymada ise elinde kalan yine aynı et. Üstelik tadı ve sağlığına katkısı çok daha yüksek..
Bazı insanlar tam olarak böyle işte; yarısı yağ ve su. Onlardan kurtulduğunda, geriye belki elinde 3-5 kişi kalacak ama bunlar, oldukları gibi, organik insanlar olacak.. Bir düşün istersen, kalabalık içinde yağ ve suyla yaşamak mı, az ama öz insanlar arasında mutlu ve huzurlu olmak mı?
;)
Sevgililer gününü kutlamam etmem, ama sabahtan beri etrafta cilveleşen çiftleri görünce, vayyy flörtü özlemişim diye geçti içimden.. Flört edenleri izlemek, kuşları birbirlerine kur yaparken izlemek gibi, neşe veriyor bana..
Cringe kelimesinin tam tersi bir duygu bu; yani başkalarının davranışlarından utanma değil de, keyif alma hali... Şimdi bir moda kelime de buna bulmak lazım gelmez mi?
Bugün "bizim amcanın karikatürünü yaptım" diye getirdi. Hangi amca? dememe gerek kalmadı :)) Güldürdü beni bu karikatür. Hakikaten Pessoa, bizim yalnız, amcasız ve teyzesiz evimizi, sık ziyaret eden "amcalardan" biri çünkü......
Farkındalık farkındalık diye totomuzu yırttığımız, anda kalalım söylevlerinin havalarda uçuştuğu, herkesin bir şekilde bu konuya müdahil olduğu 2025'e, teeeee 1954'ten, İlhan Berk, bir "zaman kapsülü" yollamış bak:
Bu şimdi "Farkındalık" değilse nedir?
Önbilgi. Bu seriye neden başladığımı ve nasıl yazdığımı şurada anlattım.
.
7. Haftanın Masalı: Duvar ustası
Kılık değiştirerek tebaasını yoklamakta olan kral, örülmekte olan bir duvarın önüne gelir. Hemen önünde mızmızlanmakta olan bir adam görür, “bu ne biçim iş, ne sıkıcı, ne anlamsız, bütün gün taş üstüne taş koyuyorum, hayatım boşa geçiyor” diye sızlanmaktadır adam. Biraz ilerler, bu sefer de şevkle çalışan bir adam görür, “ben bir duvar örüyorum, babam da duvar ustasıydı, işimi çok iyi yapıyorum” der bu şevkli adam. Az daha ileride ise şarkılar söyleyerek çalışan bir başka adam vardır, der ki: “düşünsene yıllarca burada kalacak bir eserin oluşumuna katkıda bulunuyorum ben!”.
Kıssadan hisse: Yaptığın işe neşe kat, onu kendi küçük dünyan dışında, tüm insanlık için bir etki yaratacak bir iş olarak görmeye çalış.
Haftanın ödevi: Zoraki yaparken sızlandığın bir görevini düşün ve ona nasıl neşe katabileceğini tasarla. Meselâ temizlik yaparken müzik dinlemek ve ona bağıra bağıra eşlik etmek gibi..
Bu geçen 5 senede önce oğlu, sonra büyük kızı ayrıldı koşu ekibinden, ufaklık devam etti annesiyle. Birkaç ay önce de o bıraktı yarışı.
Fakat kadın, tek başına koşmaya devam ediyor. Saat tam 9’da, yaz kış, her Cumartesi sabahı..
Kadın, kendinden vaz geçmiyor..
Bazıları yaş almak diyorlar, çünkü yaşlanmanın olumsuz olduğunu düşünüyorlar.. Halbuki bazıları için yaşlanmak çok güzel! Yaşamış olmak demek çünkü.. Her bir kırışığının, aslında yaşamının tanığı olması demek...
Isabel Allende'nin 50+ için söylediklerine bak:
"Ne yaptığımızın ya da kim olduğumuzun, en yakınımızdakiler dışında kimsenin umurunda olmadığını kesin olarak bilmenin rahatlığı içinde, ..miş gibi görünmek, rol kesmek, sızlanmak ve aptalca şeyler için paralanmak yerine, kendi kendimizi sevmek ve karşılığında bizi ne kadar sevdiklerine bakmaksızın başkalarına sevgi duymak.. Bu yaşlar, hayatımızın sevecenlik dönemi."
Mahir Güven'in "Ağabey"ini okuyup, çok etkilendim. İyi bir kurgusu var romanın, bir "ilk roman" için özellikle çok başarılı buldum kurguyu ve Mahir Güven de beni çok şaşırttı. İsimden zaten tahmin etmişsindir, Dev Sol'un kurucularından Paşa Güven'in "Mahir"i imiş, oğlu yani.. İlginç bir aile hikayesi var, Fransa'ya kaçılmış, orada kimliksiz bir çocukluk.. Babanın infazı. Tamemen ailesindeki kadınların eseri bu Mahir Güven..
Sempatik bir çocuk. Türkçesi benim kızımınki gibi, çakma ama kendini ifade ediyor işte bir şekilde. Tabii ki roman yazacak kadar değil. Romanı Fransızca yazmış ve çok fazla sokak jargonu var, dolayısıyla hakikaten zor bir çeviri. Ebru Erbaş gayet iyi altından kalkmış.. Ödüllü bir kitap. Tavsiye ederim, beni etkilemeyi başardı.
Hikaye Fransa'nın varoşlarında büyüyen iki Suriyeli kardeşten birinin cihad için Suriye'ye dönmesi, diğerininse Fransa'da kalması ile başlıyor ve güzel gelişiyor..
Bir iki alıntı:
"Hiçbir şeye saygımız yoktu, çünkü kimseden saygı görmüyorduk ki."
"Bisikletli, sakallı bir Müslümanı sabit viteslisiyle pedallayan bir hipster’dan nasıl ayırt edebilirsin ki? Sorun ciddi.
Ancak 19. Bölge’nin ekibinden bir memur bu işe bir çözüm buldu: Bisiklet markalarını sınıflandırmış ve şahsın durumunu bu ölçüte göre değerlendiriyor. Hipster’lar bisiklet satıcılarından, yeni, pahalı ve vitessiz bisikletler satın alıyorlar. Ağır tokatlanıyorlar yani. Sakallılarsa internet üzerinden başka şahıslardan, bakımsız, eski bisikletler satın alıyorlar ve bunlar çoğunlukla Peugeot marka ve katlanabilir modeller oluyor. Bu keşiften beri kontrollere yeniden hız verildi ve başarılı şekilde ilerliyorlar. Kayık tipli olma suçundan sonra al sana dandik bisiklet suçu. Yarın da gelsin gösteriler. Korteji hayal edebiliyor musun, cellabiyeli bir sakallı başı çekiyor, elinde de bir pankart: “Katlanır Peugeot Bisiklet Ayrımcılığına Hayır” mızmızlanmaya yer arayan makbul bir Fransız gibi. Bundan sonra kim entegre olamadığını söyleyebilir ki?"
Meraklısına. Normalde goodreads'e yazıyorum okuduğum kitaplara dair kısa kısa, ama bu seferkini burada da yazmak istedim.. İsteyene pdf'ini yollayabilirim.
2025'te; dünyanın dört bir yanında çeşitli konser ve görsel etkinliklerle, Vivaldi'nin Dört Mevsim'inin 300. Doğum Günü kutlanıyor. Bu sene içinde kaçırma, bunlardan birine katıl derim. Hakikaten çok güzel işler yapılmış, insanı Dört Mevsim'e bir defa daha hayran bırakmaya yetiyor....
Dört Mevsim, benim çocukluğumun müziğidir. Pazar günleri annem ve babamla arabamıza atlar, bir hava almak için Mudanya'ya doğru giderdik.. Arabanın kaset çalarında çalan kasetlerden (ki tamamı klasikti) biri de Dört Mevsim'di ve ben tüm eseri ezberlemiştim, çalarken eşlik ederdim ve "ne dinleyelim" sorusuna ilk cevabımdı her sefer.. Yaşım 6-9 arası olmalı..
Şimdi üzerinden 35 sene geçtikten sonra ve uzun zamandır Vivaldi'nin Dört Mevsimini (fazla çalınmış, fazla klasik, fazla sıradan! bulduğum için) dinlemedikten sonra, bu "ilk aşk"ıma yeniden geri dönüyorum.. Üstelik benim gibi bir klasik meraklısı çıkan oğlumla birlikte...
300. yıl onuruna, yakalayabildiğimiz tüm konser ve sanat gösterilerine katılmaya çalışıyoruz ikimiz.. İçimdeki çocuk ve onun çocuğu.. Güzel bir duygu bu..
2025 boyunca, Dört Mevsim hakkında dönem dönem yazacağım sanırım....
Özellikle de araba arkalarında. Kiminin derdi Filistin meselesi, kimininki savaşma seviş, kimi Hz.İsa tarafından kurtarıldığını cümle aleme yayma derdinde, kiminde Atatürk Kocatepe’ye çıkıyor.
Sıktınız. Hepiniz.
Derken bunu gördüm sabah trafiğinde. Bu da evden eve taşıma firmasının mesajı; şarkıya göndermeli. Sanki bu içlerinde yine en sevimlisi gibi….. ne dersin?
Önbilgi. Bu seriye neden başladığımı ve nasıl yazdığımı şurada anlattım.
.
6. Hafta: Hayatın tuzları
Sürekli mızmızlanan, hiçbir şeyi beğenmeyen çırağını bir paket tuzu ikiye bölerek önce bir bardak suya, daha donra da göle eşit olarak katıp, karıştırıp, içiren ustanın hikayesini okuduk / dinledik bugün.
Öykünün anlamı şuydu; hayat hepimize tuzlar yani çekecek dertler verir. Dertlerini seçemezsin ve dertler sadece senin değil, herkesin başına gelir. Dertlerden kaçamazsın, onlardan kaçınmak, örneğin işini, eşini ya da yaşadığın yeri değiştirmek de bir işe yaramaz. Kaçtığın ve kaçındığın her ders, onun sana ne öğretmeye çalıştığını görene dek yeniden karşına çıkar.
Hayatın getirdiği koşullara verdiğimiz tepkiler, psikolojik dayanıklılığımızla da ilgilidir. Dayanıklılığımızı geliştirmek için, henüz yeni dertler ortada değilken, yani o “soluklanma anlarında”, eski zorluklarla başa çıkarken en sık başvurduğumuz ve işe yara(ma)yan üç yolu kendimize hatırlatarak başlayabiliriz.
Meselâ benim dertlerle karşılaştığımda en işe yaramayan ama kişiliğimden gelen mekanizmam: hemen kendimi sorumlu görüp suçlamak ve donup kalmak. Donup kalmamayı da önce bedenimi aktifleştirerek, mesela yürüyüşe çıkarak, evden çıkamıyorsam da evde biraz hareket ederek (yoga, leslie ile yürüyüş vs) aşabiliyorum. Diğer yanlış mekanizmam çikolataya saldırmak (1 kutu nutellayı kaşıklamak). Onun yerine de “yiyebildiğin kadar kuru meyve” dedim mesela, bir noktada böğk geliyor duruyorum. Ya da “şimdi ne gereği var arayıp onu da darlamanın” diye düşünmek yerine, modumu en çok yükselten 3 arkadaşımı belirledim, dönüşümlü olarak (fazla darlamadan) arıyorum ve gerçekten keyfim geri geliyor! Peki sen? Sen nasıl dönüştürüyorsun yanlış mekanizmalarını?
Haftanın ödevi: Su meditasyonu. Deniz / nehir kıyısına git ve her bir dalgaya nefesini ayarla, nefes aldıkça içinin tertemiz bir suyla yıkandığını, verdikçe tüm dertlerin yavaş yavaş içinden akıp gittiğini hayal et. Bu meditasyonun sonunda da 1 bardak su iç ve o suyun sana temiz bir enerji verdiğini düşünerek güne devam et.
Normalde 1,5 saat sürecek yol, 2,5 saat gidiş, 2,5 saat dönüş, 5 saat sürdü. 1 saat bürokratik işlemler. 3 saat kayak. Yarım saat de şu manzaraya bakarak hüngür hüngür ağladım.
Annelik çok yalnız bir yer. Çok yamaçlı bir yer.
Bugün bu dağla konuştum ben.. Onu kafamdaki Tanrı düşüncesine eşleştirdim, içimi döktüm, dua ettim, yanımda olmasını diledim. İçimden tabii. Yoksa dağla konuştuğumu görse biri, kim bilir ne düşünür.. Oysa bazen hayat, insanı dağla konuşmaya getirir. Bir tek dağ anlar seni bazen. Ve bir tek sen hissedersin, dağın ya da Tanrı’nın seni sıkıca kucakladığını..
Bugün böyleydi. Ve kulağımdaki şarkı da buydu. Şimdi tek istediğim kesintisiz 5-6 saat uyuyabilmek..
Güncelleme: Sevgili Hirondelle “Sekiz Dağ” filmini önerdi. Çok teşekkür ederim!
Dün bir danışanıma söyledim, bu sabah kızıma, şimdi de sana söylüyorum. Önemli bu, dinle.
“Başarılarını şansa ya da diğer insanların davranışlarına, başarısızlıklarını ise kendine mal etmek yerine; tam tersini,; yani başarılarını kendine, başarısızlıklarını ise şanssızlığa ya da diğer insanlardan kaynaklanan sorunlara mal etmeyi dene. Mutluluğun ve huzurun sırrı bu..”
Dinle bence bu önerimi.. Faydasını göreceksin.
“İstesek belki güzel yaşarız da, ayıbımıza gidiyor. Aynı çayı boğaza bakarak içmek, sıcaktan damda yatan memleket insanına ayıp etmek gibi.”
Bu kafayı acilen değiştirmemiz, hak ederek ya da şansla sahip olduğumuz güzellikleri, sindire sindire (göstere göstere demedim) yaşamaya kendimizde hak görmek, memleketçe başımıza bela olduğunu düşündüğüm “ayıp olur”un sonsuz geniş anlamını yeniden yazmak zo-run-da-yız!
Memleketçe melankoli ve hatta depresyondan çıkmanın tek yolu bu! Hemen ve acilen!
Bugün şakır şakır yağmur yağıyor, sabahtan beri durmadan, dinmeden.
Tavşancıklar tüm gün küçük kulübelerine tıkışıp burunlarını dahi çıkartmadan uyudular. Hasta olduklarından endişe duydum önce. Sonra bu endişeme güldüm, kapkaranlık bir günde yapılabilecek en güzel şey; uyku çünkü..
Bazen onları kıskanıyorum, birbirlerine karşı öyle şefkatli, öyle yumuşaklar ki... Üstelik kendi seçimleriyle bir araya da gelmediler. Biz o ikisini bir araya koyduk ve "sevin birbirinizi" dedik.. Sevdiler. Hayat insanlar için de böyle basit olsaymış keşke.....
Belki de öyledir, yukarıdan biri bizi bir şekilde birbirimize uygun görüyor, aşık olun diyor, oluyoruz. Şimdi evlenin diyor, çocuk yapın. Çalışın diyor, ekmeğinizi hak edin. Kulübenizi kurun. Birbirinize şefkat gösterin. Bazen de küçük kavgalar edin. Oyun da oynayın arada. Hayatı ve yaşadığınız alanı merak edin. Bir de anlam bulabildiysek, ne âlâ....
Hayat basit aslında.
Fotoğraflar. Tam 17 yıl önce Laos.
Bir ağaç tanıdım.
Bir anlamı olmalı bunun.
(Tanrıyla konuştuk belki de.)
- İlhan Berk.