29 Şubat 2024 Perşembe

Limonî

Bir süredir limonîyim.. Hayat bana limon verdi, limon verdi, limon verdi ve ben bunca limonla ne yapacağımı bilemedim, limonlara baka baka, limonî bir ruh haline girdim..

Halbuki, hayat sana limon verdiğinde, limonata yapılabilir, daha ileri gidip limonçello yapılabilir, işi sonuna kadar götürüp limonlu cheesecake yapılabilir.. ama ben yapamıyorum.. 

Meğerse tükenmişim.


Dilek

Neyi dilediğine çok dikkat etmeli insan. 
                           Çünkü gerçekleşebilir.

Diye bir laf vardır, bilirsin..


Bu nedenle bazı insanlar dileklerinden korkuyor, dile getiremiyor, belki de olmasına izin vermiyorlar.

Bu şekilde bir ömrü geçirebiliyorlar.


Bir ömür bu şekilde boşuna geçmiş
sayılabilir; çünkü dileğini gerçekleştirememek, kendini gerçekleştirememek anlamına gelebilir.

Ama bazen de, birinin dileği, sevdiği bir başkasının üzülmesine, mutsuzluğuna neden olabilir. O da tutabilir insanı.. ki tutmalıdır da. O da tutmayacaksa zaten, ne tutabilir ki insanı?

Fotoğraflar. Sabahtan. Önce kardelenler, sonra çiğdemler, sonra doğaya duyulan şükrandan aklımı kaçırmak.

28 Şubat 2024 Çarşamba

Eşitiz tabii, ama ben senden daha eşitim.

Kadın ve Reiner bir kahvenin bahçesinde. Gece. Serin. Reiner'in bir rüzgar ceketi var. Kadın ipek bir giysi içinde ve titriyor. 

Kadın: Bana ceketini verir misin?

Reiner: Ben giymek istiyorum. (Tezer Özlü, Yaşamın Kıyısına Yolculuk).

*

Burada durdum çünkü rahatsız etti, Kadın'ı da etmiş ki yazmış işte, geçememiş. 

Rahatsız oluşum; bir erkek olduğu için, adab-ı muaşeret üzerine, bir kadına ceketini vermesi gerektiği değil. Mesele; kadın sorduğu halde vermemesi. 

... dedim en başta ama sonra, kendime yakalandım işte! Gece, kadın ve erkek için eşit derecede serinse, erkek kadına - sorduğu için bile olsa- ceketini vermek zorunda mıdır? Aynı durumda bir kadına sorabilir mi erkek, bana ceketini verir misin diye? Soramaz.. O zaman bence bir kadın da soramamalı ya da erkek de sorabilmeli.

Asla feminist olmadığımı (çünkü hümanist olduğumu) sağda solda söylerken, böyle bir tokat gibi birden....... yoksa inanmıyor muyum yahu ben eşitliğe?

"vermem abi, akıl etseydin ceket almayı. 
ohhhh, canım cekoşum."

Meraklısına, alâkasız dipnot. Almanların yıllardır anlam veremediğim bir St. Martin hikâyesi (ve yortusu) vardır. Bu ermiş insan o kadar merhametli ve hümanist olarak bilinirmiş ki, karlı bir günde yerde bir dilenci görüyor, üstü çıplak, üşüyor. Hemen atından iniyor, kılıcıyla paltosunu ikiye kesiyor ve yarısını dilenciye giydiriyor. 

Bu hikâyeyi bu güne dek anlamamıştım. Yarım palto vereceğine, iyilik yapacaksa adam gibi yapıp hepsini verseymiş, ya da uçakta da dedikleri gibi, kendine maske takması icab ediyorduysa o zaman ne bileyim paltoyu kendine iç gömleği dilenciye falan verseymiş diye düşünür durur, adamcağızı azizlik yerine meczuplukla suçlardım.

Oysa şimdi anlıyorum. Bir iyilik yaparken bile, insanı "sen benden güçsüzsün" konumunda bırakmamalı. Gururunu incitmemeli, insan olduğun için, benimle eşitsin, al paltonun yarısı, ya ikimiz de donarız, ya ikimiz de biraz ısınırız ama bu yolda beraberiz, ben sana üstten bakmıyorum demek...

Olabilir mi? 

Kıssadan hisse; soğuk havalarda (K/E/D fark etmez), ceketsiz çıkma!

27 Şubat 2024 Salı

Anneyle savaşlar

(..) Ali öfkelendikçe, annesini en çok kızdıracak şeyleri yapıyor. Örneğin, ancak, kavruk ve çelimsiz bedeniyle Ali’nin sığabildiği merdiven altındaki boşluğa saklanıp, “İstiklâl Marşı”nı, Arapça sözlerle okumaya başlıyor. Ali’ye erişemeyen anne, çıldırmış bir halde, tavan süpürgeleriyle merdiven altını dürterek Ali’yi çıkarmaya çalışıyor. Ali, artık birkaç saatinin orada geçeceğinden emin olarak intikamının keyfini sürmeye çalışırken, “Elbet çişin gelir senin”, diyor annesi. “Elimden kurtulduğunu sanma!” 

Annesi daha bunu dediği anda Ali’nin çişi geliyor. 

Yaşamadık mı? Hepimiz. 🤭

*M. Mungan - Gece Elbisesi, 1995-1999.

26 Şubat 2024 Pazartesi

Kırık kalp

Dün bir şeyler okudum. Aklım karıştı. Burnumun tam ucu sızladı. Boğazıma bir yumru takıldı. Üzüldüm. Gece uyuyamadım, sabaha karşı tam dalıyorken (körolası) çöpçüler, yolları (ve aşkları) süpürmeye kalktılar, uyandım. Bir daha uyumadım..

Şimdi düşünüyorum da, önce aldanmışlık hissi, sonra öfke bırakabilirdi okuduklarım. Oysa ben sadece üzüldüm, sonra uzun uzun düşündüm, olsun dedim, mutlu olacaksa, böyle olsun....

Sevgi böyle bir şey demek ki. Egondan sıyrılmak, anlamaya çalışmak yerine kabul etmek. Kişisel almamak. Kendi dışındaki noktalardan da bakabilmek. Kendini ayırabilmek, üzülsen de, yaşamın senin dışında akmasına, yolunu bulmasına izin vermek..

Bunu düşünerek biraz yürüyeyim dedim, açılırım belki. Ve kaldırımda karşıma bu çıktı:

Ucu kırık bir mavi kalp.. Burnum sızladı yine, gözlerim buğulandı. Öyle olsun, dedim... Öyle olsun..

25 Şubat 2024 Pazar

Paco

Miroslav Tadic'le uyuyup Miroslav Tadic'le uyanmadığım bir zaman dilimi de vardı tabii :) 

Paco de Lucia benim klasik gitara merak salmama neden olan sanatçıdır. Şöyle söyleyeyim, akranlarımın Tarkıaaaağn diye çığrıştığı 90'lı yılların tam ortalarında, ben klasik gitar öğrenmeye çabalar, Ege kıyılarının bol sahil ateşli yazlarında "e ama sen ne biçim gitar çalıyorsun, akor bassana"larla, "Akdeniiiiğz akşamlarıııı, bir başkaaaağ oluyooor"larla mücadele ederdim... Bunca mücadele, kan ter ve gözyaşına rağmen, ikinci bir Paco olamadım tabii ama iyi bir klasik / etnikcaz gitar dinleyicisi oldum ve o yıllar beni bugünlere, Miroslav obsesyonuma dek getirdi :) 

Bugün Paco'nun 10. ölüm yıldönümü. Paco flamenko gitarı, klasik ve cazla buluşturan, flamenkoya melez evlatlar kazandıran ilk gitaristtir.. 

Şuraya bırakayım. Sen de güzel bir kahve yap kendine, hava güzelse camı ardına dek aç, temiz havayı içine çeke çeke dinle.... Ölmeyeydi iyiydi ama hayat ölümle anlamlanıyor diyorlar. 

Bence saçmalık.

24 Şubat 2024 Cumartesi

Sevgili Thoreau;

İnsanoğlu kendini çalışmaya öyle fazla kaptırdı ki, güneşin doğuşunu, ağaçları, doğayı ve kendini gözden kaçırdı diyorsun ya. Haklısın. Tek sorun, sen ve ben çalışmazsak, parayı kim kazanacak sorunu değil de şu: çalışmak ve üretmek de bir ihtiyaç ve bir psikolojik doyum insan için. Hatta bazıları için bir "anlam". İnsan hayat boyu doğayı izlemek ve düşünmek, yürümek, sanat ve edebiyatla geçiremez ki günlerini, eninde sonunda, yahu ben karşılığında ne veriyorum demez mi insan?

Demez mi yoksa?

Keşke tartışabilseydik bunu seninle.

Foto: Altın yumurtlayan tavuk buldum :)

23 Şubat 2024 Cuma

Sevmek

Anneliğimde hep şefkatli, koruyucu, davranışıyla örnek olmaya çabaladım. Hep. 

Oysa evet, bir insanı "iyi, mükemmel ya da faydalı" olduğu için sevmiyoruz ki... 

Bunu biliyorum ama hep unutuyorum, demek ki gerçekten bilmiyorum, anlamamışım bu güne dek....

Bu yazıya ve sahibine, bana bu basit ama önemli gerçeği yeniden hatırlattığı için, teşekkürler.

Foto: Anneliğin ilk günü, o andan öncesi sanki havsalamdan yokolmuş gibi, oysa kocaman ve çok dolu dolu geçmiş bir ömür daha vardı...

22 Şubat 2024 Perşembe

Triangle of sadness

Geçen yılın filmi. Ben tabii daha dün izledim. Sağır sultan durumları.

Güldürdü baya. Günümüz sıradanlıklarının traji komedyası: Influencerlar, mankenler, yer mayını imalatıyla zengin olan bir çift, rus oligark, marxist kaptan, tuvalet temizleyen kadın, ölemeyen eşek.. Birbirinden apayrı hayatların çakışmasındaki saçmalıklar, vasıfsız günümüz insanının alıştığı ortamın dışında kaldığında yaşadığı aptallıkları, kısacası birbirini anlamamak üzerine inatla sürdürülen tiradların komedisi. Evet film küçük ayrıntılarla oldukça iyi güldürüyor.. 

2:07'den itibaren izle :))) muhteşem.
Hayır diyememek. "Sana emrediyorum: Anı yaşa!"

H&M vs. Balenciaga

Marksist Kaptan vs. Rus Oligark

İzle bence, fena film değil. Gülersin.. 

Finaldeki şarkı bir süredir FM4'de sabahları sürekli çalan ve benim de dinlemekten çok zevk aldığım, tam bir kulak solucanı. Kafamda dönüp duruyor dünden beri. Ekleyeyim de sana da bulaşsın: 


Bir de final şarkısı var tabii, kulaklarımıza şenlik :) C. bizi diskoya götür. demezsin artık.


Aslında düşündüm de, filmin tüm soundtrack'i muhteşemdi, dur hepsini ekleyeyim de sen de rahatla ben de :) 

21 Şubat 2024 Çarşamba

"Şey"ler - 3

Aşk gibi bir "şey"ler:

Makedonsko devojče'nin girişi..... 


Sonra da Lullaby; 


bana tam olarak şunları hatırlatıyor:

- 1996. Ağustos. Ege. 
           .. ilk aşk falan, onları geç, 
                    yaşadığımı ilk kez duyumsadığım yazdı belki de..

- kuru otların süt süt yaz kokusu. 
- o yıllarda adet olan elektrik kesintileri sayesinde idrak edebildiğim, samanyolunun sonsuzluğu.
- saçlarım gece esen ılık rüzgârla uçuşup, arasıra ağzıma girdiğinde aldığım tuzun tadı.
- güneşte yanmış yuvarlak çakıl taşlarının avucuma aldığımda, bıraktığı acıyla karışık doygun zevk.
- gece böceklerinin sonsuz sandığım, fakat gün ışırken yavaşça sona eren konseri.
- sivrisinek ısırıklarının tatlı tatlı kaşınması.
- öğle ezanına karışan börülce yemeğinin, o yazdan başka hiçbir yaz varamadığım tadı.
- büyümenin, sadece bedendeki değil, yürekteki sızısı.
- kalp ağrısının diş ağrısından bile beter olduğu gerçeği
..

Daha da var ya; yetsin bu seferlik. Mart 22'den beri yazmamışım "şey"leri.. Arada yazmalı.

Daldığımız maviden yeniden güneşe çıkabilmek için; Jovanke ile bitirelim:

20 Şubat 2024 Salı

Yürümenin Felsefesi

Bilirsin. Ben yürürüm.. Yürürken düşünürüm. Ayaklarımla düşünürüm. Bilirsin.

Fakat uzun zamandır yürümüyorum. Kilometreler değil, birkaç adım bile yürümüyorum. Durdum. Kaldım. İlerleyemiyorum. Ve bu yeni düşünme şekli, durağan düşünce, hoşuma gitmiyor. 

Ve durdukça, sanki yürümeyi unutuyorum. Bisiklete binmediği uzun bir kıştan sonra, bisiklete binmeye cesaret edemeyen bir çocuk gibi, korkuyorum. Oysa yürümeyi unutabilir mi insan?

Sanki bir savaştan çıkmış gibi, sanki bir hastalıktan kalkmış gibi, bu hafta 5 gün boyunca kısa ve yavaş da olsa yürümeye ve yürürken de, sanki ayarlamışım gibi, 5 saat süren Yürümenin Felsefesi'ni (Frederic Gros) dinlemeye niyet ettim. Evet bunu yapmak istiyorum. 

Pazartesi akşamı biraz Nietzsche, biraz da Rimbaud ile yürüdüm. Ve şu, çok hoşuma gitti:

"Burası olmayan tek yer; yollar, patikalar ve raylar üzerindedir."

19 Şubat 2024 Pazartesi

Kendine çiçek almak

.. belki de, yaşama devam etmek için insanın kendi kendisine cesaret verme yoludur.


Cesare Pavese, Yalnız kadınlar arasında.


18 Şubat 2024 Pazar

Yazıbilimsel ototerapi - 2

Dün kendime mektup yazarken şunu düşündüm; mektup yazma işleminde, işin büyüsü biraz da sanki elyazısından ve elle yazmaktan geliyor. Dijital çağda, günden güne kaybettiğimiz bir yetimiz..

Bakalım düzenli mektup yazmak, zamanla o mektupları özenli bir el yazısıyla ve yavaş yavaş yazmak anlamına da gelecek mi? Göreceğiz……

17 Şubat 2024 Cumartesi

Filip ve sehpa

Şu günlerdeki gidişatımla çok alâkalı bir cümle var Suç ve Ceza'da: "Filip denilen bu kişi, görünüşe göre, melankolik bir adam, bir ev filozofuymuş. Ev halkının söylediklerine göre, kitap okuya okuya bu hâle gelmiş.." :)

Muhteşem.


Bak bu da dünkü yazıda sözü geçen sehpa, şimdiki evimin en sevdiğim mobilyalarından biri olsa da, asıl yeri söz konusu divanın yanı, bunu biliyor ve zamanını bekliyor.

16 Şubat 2024 Cuma

Marangozluk

Çok meraklıyım tahta işine. Ama ufak tefek, yarının çöpü tabir edilen süs eşyalarına ve biblolara değil, masif tahta işlere. Yani mobilya marangozluğuna.

Kocaman tahta bir masa yapabilmeyi isterdim meselâ. Dostları toplayıp bir yaz akşamı, o güzel Ağustos gecesinde, bir zeytin ağacının altına kurup alfresco sofrayı, güleryüzlü ve misafirperver sakîsi olacağım, masif bir tahta masa. Üzeri izler ve hatıralarla dolu. 

Ya da bir çardak. Üzerine mor salkımların ya da asmanın sarılacağı. Altına bir divan, eski usûl. Yanına ufak bir sehpa, kitaplar ve bir sürahi naneli limonata!

Bir gün gerçek olacak bu hayâlim biliyorum ama o zamana dek, şu tatlışlarla haşır neşir olup, yarının çöpü türü minyatür işlere çırak olmalı.. Hiç yoktan iyidir.

14 Şubat 2024 Çarşamba

Yazıbilimsel ototerapi - 1

Bugünlerde artık hiç yazmamakla, sadece ve sürekli yazmak arasında gidip gelen bir ruh hâlim var. Bunun ilacı, mektup yazmak. En doğrusu da, kendine.

Zambra'nın "Serbest Kürsü"sü içinde, mektup yazmak "yazıbilimsel ototerapi" olarak belirtilmiş; yani yazmak, aslında kendine terapi yapmaktır denmiş. 

Bu sıra tamamen kendi içime kapanmak ihtiyacındayım gibi geliyor, ıssız bir adaya tek başıma, birkaç iyi kitapla gitmek ve iyi hissetmeden dönmemek. Bunu söyleyince, “tam tersine, daha da fazla insanların arasında olmalısın, onların seni ısıtmalarına izin vermelisin” diyen bir karşı-içses de duyuyorum, çünkü bazen de çok yalnızmışım, çok kaybolmuşum gibi hissediyorum..

Doğrusu nedir bilmiyorum ama bugün bir mektup yazacağım sanırım…. Kesin kendime, belki bir tane de sana.

Meraklısına: Doğrusu bu ya, ne Piedro ırmağı kıyısıydı bu, ne de ben oturdum, ağladım. Ama Würm dereciği kıyısında oturmak ve evet, birkaç gözyaşı dökmek de, doğrusu çok iyi geldi..

13 Şubat 2024 Salı

Çoktan seçmeli

İçim çok sıkılıyor bugün. Neyse, birkaç fikir alalım bakalım bileninden.. O zamana dek çiçeklerden, müzikten, okuduklarımdan bahsederek, erteleyeyim endişelerimi, korkularımı, içimdeki kapkaranlık kuyuları.. Her zamanki gibi. Başka yolu da yok zaten…….

Foto: Zambra’nın en eğlenceli ve okuru düşünmeye teşvik edici kitabı diyebileceğim “Soru Kitapçığı”ndan. Tekniğini düpedüz kıskandım ben bu kitabın! Artık yeni bir şey yapılamaz sandığımız anlarda, insanı şaşırtan işler çıkınca, işte buna dehâ diyoruz sanırım..

90’lı yıllarda, Şili’de ve Türkiye’de büyümekle cebelleşmek; amma da aynıymış.. 

12 Şubat 2024 Pazartesi

Anadolu’nun Çiğdemleri

Geçen gün bahçemdeki ilk çiğdem tomurcuğunu görünce içim çiçeklenmişti ama dün akşam babam çok güzel bir hikaye anlatınca, bugünü yeniden çiğdeme ayırmaya karar verdim. 

Bu yazımı sevgili Makbule Öğretmenimize adıyorum çünkü… iyi ki var işte!

Anadolu’da bir gelenek varmış. Yılın ilk çiğdemleri kar altından çıkmaya başlar başlamaz, köyün tüm çocukları bir araya gelir, çiğdemleri toplar, minik buketler yapar ve köyü kapı kapı dolaşırlarmış. 

“Çiğdem çiğdem çiçecik, emmim oğlu göçecik, yağ verenin oğlu olsun, bulgur verenin kızı” diye bir mâni söyler ve her evden çeşitli erzak toplar, köy ortasında kocaman bir kazan içinde kocaman bir pilav yaparlarmış ve birlikte baharın gelişini şenliklerle kutlarlarmış.

Bir sene bir köyde denk gelmeyi hem ne çok isterdim….!

Foto. Geçen yıllardan, daha böyle buketlere zaman var ama işte sabırsızlandım ;)

11 Şubat 2024 Pazar

Doli doliya, bilir misin?

Malum herşey para değil, paranın alamayacağı şeyler var. Bir de paranın yetmediği şeyler. Bak bu onun hikâyesi.

2020 coronasındaki beyin sisi dönemime denk geldiği için, hatırlayamadım ve 2017 yapımı, 23 dakikalık bu ödüllü kısa filmi (belki de yeniden) izledim. Beni (belki de yeniden) duygulandıran bu filmi tavsiye ediyorum. İsmi "The Trader" (Sovdagari). Konusu da, Gürcistan'ın fakir köylerinde arabasından köylülere birşeyler satan ve karşılığında patates alan bir çerçinin öyküsü.


Çerçi nedir bilir misin? Gezici tüccar. Anadolu’da olurmuş eskiden, her tür mal getirir, bazen para alır, bazen de başka mallarla değiştokuş edermiş.

Karadeniz bölgesinde ise, bu işi fındık karşılığı yapan çerçiye Dolu Doliya denirmiş; çünkü elinde iki kap olurmuş, birine fındık doldururmuşsun, karşılığındaki kaba da çerçi mesela un ya da şeker doldururmuş. Fındık kadar şeker “Dolu doluveriyaaaa” :)

*

Bugün uzattım ama, bir de şunu söylemek istiyorum. İnsanı anlatan belgesellere çok düşkünüm, bu belgeselde de en çok kimi sevdin dersen; sigara içerek, üniversite okuma hayalini anlatan adam, rende almak isteyen yaşlı kadın ya da ne olmak istediğini bir türlü sesli dile getiremeyen küçük oğlan arasında kaldım ama sanırım evet, en çok o küçük oğlanı sevdim, hattâ sanki kendi oğlummuş gibi sevdim, o çekingen ama meraklı küçüğü alıp içime sokasım geldi....

Çocuklar ne hızlı büyüyor, ne hızlı değişiyorlar.....

2016'da çekildiğinde 9 yaşında olsa, şimdi 15 yaşında bir delikanlıdır.. Nasıl biri oldu acaba; okula devam edebildi mi, patates mi topladı, peki ya aşık oldu mu? Corona'da ya da başka türlü hastalıklarda hayatta kalabildi mi? Utangaç mıdır hâlâ? Hâlâ hayâlleri var mıdır.... 

Hiç sesli dile getirebilmiş midir hayâllerini?

İnsanın Gürcistan'a gidesi, tüm bu soruların cevaplarını arayası geliyor.....

10 Şubat 2024 Cumartesi

Günün güzeli Çiğdem Hanım!

Amanin...! O da nesi?! Bahçemin en vahşi, en çakıllı, en unutulmuş köşesinde, aklımı alan bir sürpriz, tam şu anda! 

2024'ün ilk çiğdemi göründü!

Kara gözüktüüüüüüüüüüüüü :)) 

Ya da benim için daha doğru tabirle: deniz gözüktüüüüüüü <3

9 Şubat 2024 Cuma

Sevgili Tomris;

Türk edebiyatının mihenktaşı bir çok kadın yazar varken ve ben hepsine ayrı tonlarda hayranlık beslerken, yine de tutup en çok seni sevmem, elbette kendimi en çok sana yakın hissetmem, nedendir bilir misin? İkimizde de aynı "Ayşecik, Şeytançekici"liği görmemden.....

O; oyun oynamayı herşeyden çok seven, duygusal, başı belaya girse de sevimliliğiyle, son dakikada olan biten her şeyi tatlıya bağlayan kız çocuğunu yani... Kimse kızamaz, kırılamaz Ayşecik'e.

Tezer, Leylâ ya da Mine; onları da türlü nedenlerle kendime çok yakın hissetsem de, sen bir başkasın işte, tam bu nedenle.... Sana hiç kızamam, yazdıklarına hiç bir kusur bulamam ben.

Tezer'in şehre yığılmış köylü nefretine, Leylâ'nın herkesi eğitme sevdasına, Mine'nin geniş alan dağınıklığına laf edebilirim ama sende herşey dengeli, herşey tam olması gerektiği yerde gibi gelmiştir bana, hep. Tam olması gerektiği kadar cilve, tam olması gereken yerde sınırlar, tam olması gerektiği kadar soğukluk / sıcaklık farkı ve çalışmanın yalnızca bir adım ötesindeki kıvrak zekâ.. Kendini asla kullandırtmaman ama kimseyi de kullanmaman. Ve merâkın, yaşama duyduğun çocuksu merak.

Yine de şunu öğrenmek isterdim senden; neden Turgut'u seçtin? :)) Evet Turgut da fena değildir, bir şairin olabileceği kadar duygulu, net ve oyuncudur ama Turgut, renksizdir yahu.. Bilirsin Turgut'u, şaşırtmaz insanı, olduğu gibidir.. Acaba şunu mu demek istedin; aslolan güvenli bir zemini olması mı insanın, o zeminde ne kadar dans edersen et, zıpla hopla istersen ters takla at, asla kayıp düşmeyeceğine duyduğun güven midir? O güven midir, tüm o dansları ettiren insana, ha sevgili Tomris, ne dersin?

* Sorduğum soruların cevabını 2 sene önceden vermek gibi huylarım da vardır. Bak burada.

8 Şubat 2024 Perşembe

Kişisel almamak

Meslekteki yirmi yıl bana şunu öğretti: 

"Psikolojik sağaltım; insanların, olan, biten ve söylenenleri kişisel almamalarını sağlayabilmek için yaratılmış yöntemler topluluğudur."

Kişisel almamak. Maruz kalınan tepki ve davranışın, senin dışında başka nedenleri olabileceğini de düşünebilmek. Hissedilen olumsuz duyguların fizyolojik olarak en fazla 45 saniye sürdüğünü ama bunu saatlerce, günlerce ve hattâ bazen yıllarca uzatanın, insanın kendisi olduğunu bilmek ve duyguları değilse de, davranışları yönetebilmek..

Meraklıma: Doğum günü hediyesi arıyorsan ;)

7 Şubat 2024 Çarşamba

Sevgili Søren;

"Anlaman gereken ilk şey, anlamadığındır" dedin ve haklısın. Bu samimiyetimiz üzerine, sana özel bir sorum olacak; çünkü şunu anlar gibi olup olup, aslında hiç anlamıyorum:

İnanç, adı üzerinde, kanıtlanamayan, nesnel ve ölçülebilir olmayan, kişinin içinden gelen bir duygu ve davranış. Bu tamam. Tanrı'ya varlığını kanıtlamak suretiyle inanamayacağımız bir gerçek. Onu hissettiğimiz, ona inanmaya ihtiyaç duyduğumuz için inanırız, ya da inanmayız. 

Diyorsun ya sevgili Søren; "İnanç duygusunu harekete geçiren, her zaman, "görünmez" imgelerdir" Buraya kadar tamam. İkinci önerme ise: "Tanrı görünür ya da nesnel olsaydı, ona kimse inanmazdı." Orada işte, takılıyorum. 

Nesneler dünyasında varolmadığı için mi vardır, Tanrı? 

Bundan mıdır Tanrı'nın varlığını bizden bunca gizlemesi? Gizlendiği kadar gizemlenir ve gizemlendiği kadar da var mı olur yani? 

Şunu mu diyorsun sevgili Søren: kimse kendi memleketinde peygamber olmaz? Açıkça görünene kimse inanmaz, inanmak için bilinmeyen, yeni bir şeye ihtiyacımız vardır. Dolayısıyla Tanrı'yı anlamaya çalıştıkça, ona olan inancımızı yitiririz. İnanmak, aslında bilmek istememektir....

Biraz aşk gibi de değil mi; ulaşılamadığı ölçüde inanılan? Ulaşıldığında ise anlamını ve varlığını yitirdiğimiz? Regine'ye duydukların ve ondan kaçışların gibi...? 

6 Şubat 2024 Salı

İşte öyle bir şey.

Dün Zambra'nın dünyanın bambaşka bir köşesindeki, Meksika'daki depremden sonra yazdıklarını okudum; "bir şeyler yapmalıyız diye yollara çıktık ama sanki hiçbir şey yapamamışız gibi hissettik" diyordu. 

Geçen sene bugün; yaklaşık 55.000 kişi öldü, bunun iki üç katı insan da sakatlandı, yaralandı ya da kayıp. 

Hepimiz imkânlarımız ölçüsünde elimizden geleni yapmaya çalıştık; kimimiz o güne dek doktorken o günden sonra tır şöförü oldu, kimimiz öğretmenken güvenli banka hesabı, kimimiz bankacıyken terzi, kimimiz müzisyen elleriyle taş taşıdı, kimimiz aşçı oldu, masalcı teyze oldu, köpeğe dokunamayan Şafi kardeş sokak köpeklerini besledi, o güne dek hiçbir şey olan insanlar, o gün çok şey hattâ her şey oldu... Ama hepimizin boğazında aynı düğüm kaldı: sanki hiçbir şey yapamamışız hissi.... 

Oysa asıl yapması gereken ve gücü de yetenler, hiçbir şey yapmadı, konuştu durdu. Politika yaptı, kendine statü yaptı, ünlü oldu, layk aldı.... Sonra da unuttu gitti. Her şeyi unuttukları, unutturdukları gibi..

Yaptıklarımız yeterli miydi, bilmiyorum. Yapılanlar yeterli olur mu hiç, onu da bilmiyorum. Ama sanırım Zambra haklı; yaptıklarımızın yeterli olmadığını hissedebilmek bile, birşey yaptığımızın kanıtı..

5 Şubat 2024 Pazartesi

Sevgili Mahir;

Gaip'te ailecek İstanbul'dan İzmir Karaburun'a neden Eceabat üzerinden gittiğinizi bir ben mi anlayamadım, yoksa sen, sevgili araştırmacı yazar, hiç haritaya bakmaz mısın yahu? 

Okur cahilliğine verip, Çanakkale civarında bir başka Karaburun daha olabilir mi diye baksam da (çünkü Karadeniz'de var); yok! Neden sağ elinle sol kulağını, kolunu kafanın üzerinden aşırıp da tutmayı tercih ettin acaba diye düşündüm, bulamadım. Bursa'ya uğramamak için özel bir kinin olabilir mi dedim, yok sanmam, ne yapmış olabilir ki Bursa sana? Bana bile bir şey yapamadı.. Stresle ve hızla Karaburun'a kaçan ailenin "geze geze Gelibolu'dan gidelim" demiş olabileceğini de sanmıyorum. Neyse, kısacası; bunu çözemedim. 

*

Ama genel anlamda, deneyselliğini seviyorum, sevgili Mahir. Her yazdığında yeni bir şeyler denemeni, kendini hep yenilemeni seviyorum. Mizahınıysa, çok seviyorum. O nedenle, tamamdır, istiyorsan, benim küçük kasabam Karaburun'a (benim olduğu için, ekstra alınganlık ve huysuzluk yaptığımı elbette bilerek) Çanakkale üzerinden gidebilirsin... Sorun yok. Hem ayrıca; neden olmasın? 

Nasılsa tüm yollar......insanın kendi kentine çıkmaz mı?

Bir dahaki sefere kahramanlarını Çanakkale üzerinden Karaburun'a getirmeye kalkarsan, bari bize de uğrat da bir yorgunluk çayı içirelim kamelyada şu manzaraya karşı........ 

4 Şubat 2024 Pazar

Ne varsa eskilerde var

Yalan mı?

Şu şarkıyla az mı zıplamadık?

Bugün dünyanın haline baktıkça artık o günler imkânsız gibi geliyor.....

Ama belki de sadece bir bakış açısıdır. Bir dönemdir işte, gelip geçecek...

Ya da yaşlanıyoruz, yaşlandıkça da hüznümüz artıyor. Durgunlaşıyoruz, buruklaşıyoruz, kekremsi bir duygusallık geliyor, yapışıyor yakamıza.. Ne varsa eskilerde var, diyoruz...... 

Eski: Biziz.

3 Şubat 2024 Cumartesi

Cinsiyetler arası bir şeyler işte.

Aynı yaşlarda ve komşu olmak, o yaşta dost olmaya yeterli olduğu için, sürekli birlikteler. Tipik bir İlkokul çağı oğlan çocuğu dostluğu yaşıyorlar; birlikte salonun ortasına kurdukları çadırlarda safarilere, ard arda dizilmiş sandalye treniyle hayâli seyahatlere çıkıyor, evler arası kurdukları telgraf telinde birbirlerine gizli şifreler gönderiyor, mektuplar yazıp uçak gibi katlayıp camdan cama yolluyorlar. Karton kutular, kağıtlar, özellikle de seloteyp en büyük hazineleri.. 

Dostluklarıyla varoluyorlar. Hem ne varolmak..... 

Peki o sırada kız çocuklar ne yapıyor? Sakin, kendi köşelerinde, birkaç bebek, ev eşyası ya da boya kalemleri, öğretmencilik, doktorculuk gibi yine hep "onarıcılık, iyi edicilik" temalı oyunlarla ve kitapların dünyası, oyun hamurlarından yaratılanlar ve hayâl güçlerinin sınırları ölçüsünde uzanabildikleri anlam arayışlarıyla mı meşgûller acaba? 

Yoksa şöyle mi; ne tam oğlan çocuğu gibi, ne de tam kız çocuğu gibi, iki dünyanın içiçe geçmiş güzelliğinde mi büyüyor artık çocuklar? Kalıplara itilmiyor, sınırlar içine hapsedilemiyor, özgürce var olabiliyorlar mı? Siyah ya da beyaz olmak yerine, rengârenk olabiliyor mu artık çocuklar...? 

Daha bütünsel bir kişiliği yapılandırıyor ve ileride yaşayacakları cinsiyetsiz ve daha eşit bir dünyayı mı tasarlıyorlar? 

Acaba?

2 Şubat 2024 Cuma

Okunmak

Henri Michaux, bir dostuna şöyle demiş: "İki bin okuyucum var. Şimdi bunu yirmi bine çıkarmaya çalışıyorlar. Ne gereği var?"

Bu bloğun çok okuyucusu yok. Açarken de olmasın istemiştim; gerçekten ilgilenenler okusun hattâ kimse okumasın, ben kendim okuyayım, biriktireyim. Fakat itiraf edeyim, ara sıra, kendimi paralel hissettiğim bir iki kişinin okumasını istediğim oluyor. Diğer bloglarımı değil. Bunu. Kendimi en yakın hissettiğim burayı..

Sanki okumasını çok istediğim o bir iki kişi okuyor gibi geldi geçen gün, kalbim falan çarptı; Belinski'nin önünde tir tir titreyen genç Dostoyevski heyecanıyla... (Tamam biraz narsist bir abartma oldu, kabul ediyorum.. Ama anla işte, heyecanlandım. Okurunu bulmuş bir Atay misali heyecanlandım.. Gittikçe batıyorsun, sus bari.)

Yani ezcümle; hakikaten 20.000'lerin önemi yok, doğru bir iki kişi okuyorsa seni, yetiyor; yazmaya devam edebilmek için..... iyi ki varsın sevgili okur. 

(insan tekbaşına yazmamalı. aklını oynatması işten bile değildir.)

1 Şubat 2024 Perşembe

Huzur

Kavuniçi ve pembenin her tonuyla doğan güneş, yarım saat sonra kayboldu ve yerini dünkü lodosun getirdiği şakır şakır yağmura bıraktı. Tüm bunlar bir saat içerisinde olup bitti. Şu an sakin, durgun, nefis bir hava var. Belki birazdan yine inceden başlar yağmur ama şu an muhteşem bir sakinlik, sessizlik var.

Kimse ağlamıyor. Kimse acı içinde kıvranmıyor. Kimse mutsuz değil şu an.

Bu ânı idrak edebilmem, önceki günlerin sıkıntısı sayesinde. Karşıtı yaşanmadan, hiçbir kavram anlaşılamaz.....

Bu ânı idrak edebilmem, bir sonraki ânın, iyi kötü, nasıl olacağını kestirememekten. 

Bilmemenin, bilmek istememenin huzuru.

Alâkasız Foto: Haydar Ergülen'in ismiyle ve mahlaslarıyla (Lina meselâ..) yazdığı Şiir Atı dergisini hatırlar mısın, bilmem.. Birkaç nüshası var bende hâlâ.. Eski kitaplara ve eski insanlara düşkünlüğüm var, bilirsin. Biraz karıştırayım dedim, sayfalar elimde kalacak gibi oldu, çekindim, yerine koydum. Halbuki, eski kitaplar ve eski insanlar, dokunulmak, açılıp okunmak ister. Bunu bekler. Anlatmak ister.....