"Anlaman gereken ilk şey, anlamadığındır" dedin ve haklısın. Bu samimiyetimiz üzerine, sana özel bir sorum olacak; çünkü şunu anlar gibi olup olup, aslında hiç anlamıyorum:
İnanç, adı üzerinde, kanıtlanamayan, nesnel ve ölçülebilir olmayan, kişinin içinden gelen bir duygu ve davranış. Bu tamam. Tanrı'ya varlığını kanıtlamak suretiyle inanamayacağımız bir gerçek. Onu hissettiğimiz, ona inanmaya ihtiyaç duyduğumuz için inanırız, ya da inanmayız.
Diyorsun ya sevgili Søren; "İnanç duygusunu harekete geçiren, her zaman, "görünmez" imgelerdir" Buraya kadar tamam. İkinci önerme ise: "Tanrı görünür ya da nesnel olsaydı, ona kimse inanmazdı." Orada işte, takılıyorum.
Nesneler dünyasında varolmadığı için mi vardır, Tanrı?
Bundan mıdır Tanrı'nın varlığını bizden bunca gizlemesi? Gizlendiği kadar gizemlenir ve gizemlendiği kadar da var mı olur yani?
Şunu mu diyorsun sevgili Søren: kimse kendi memleketinde peygamber olmaz? Açıkça görünene kimse inanmaz, inanmak için bilinmeyen, yeni bir şeye ihtiyacımız vardır. Dolayısıyla Tanrı'yı anlamaya çalıştıkça, ona olan inancımızı yitiririz. İnanmak, aslında bilmek istememektir....
Biraz aşk gibi de değil mi; ulaşılamadığı ölçüde inanılan? Ulaşıldığında ise anlamını ve varlığını yitirdiğimiz? Regine'ye duydukların ve ondan kaçışların gibi...?