Değerdi......
Sadece köpekler için değil ki; tavşanlar, kediler, kuşlar, hatta balıklar için de..... Hepsi için değerdi evet.... Ama çok acıtıyor. Çok. Fazla. Acıtıyor.
Değerdi......
Sadece köpekler için değil ki; tavşanlar, kediler, kuşlar, hatta balıklar için de..... Hepsi için değerdi evet.... Ama çok acıtıyor. Çok. Fazla. Acıtıyor.
Bu kimi için doğuştan gelen bir yetidir, kimi bunu yaş ilerledikçe yavaş yavaş edinir, kiminin de benim gibi, hamurunda yoktur, asla öğrenemez.
Nedir? "hı hı de geç, bildiğini oku" sanatı........
Hiç beceremediğim, defalarca ve birçok farklı kişi tarafından yapmam söylenen, buna rağmen yine beceremediğim bir sanat. Aşırı açık, aşırı demokratik, aşırı eşitlikçi kafayla olmuyor....
Halbuki hı hı de, geç, bildiğini oku işte........
“İnsan kısmısı, kırkından sonra hele, hayat deneylerini şöyle bir ters yüz edip, içine bir bakmalı; değil mi?” diye soruyor Ece Ayhan.
Bence de -malı….
Alıntı ya da buluntu değil, öz be öz, emekle yapılmış, yapıntı bir mutluluk bizimkisi.
M. beni hep neşelendiriyor.. Her koşulda beni neşelendiren insanlardan bu M. Aslında, gittikçe huysuz ihtiyara dönmeye başladı son zamanlarda. Ama biz ikimiz bir araya gelince hâlâ eğleniyoruz ve çevremizdekileri de eğlendiriyoruz. Çevremizdekiler: iki eş, beş çocuk, iki kedi, bir köpek, iki tavşan. En büyük kız çocuk, halimize bir anlam veremeyip: "bunlar bizden gizli bişey mi içiyor içerde?" diye sordu dün.. Şiirsel bir sesle: "Dostluk şarabından bir kadeh.." dedim, anında yine kıkır kıkır gülmeye başladık M. ile. Bizim bu saçma sapan ergen hallerimize geri kalanlarımız da gülüyor işte..
Aslında olay tamamen şu: onda eski bir çocukluk dostumu - Cenk'i - görüyorum ben. O da bende eski bir dostunu - Kathi'yi - görüyormuş. Zamanında birlikte herşeye güldüğümüz bu çocukluk dostlarımızı, çok özlediğimiz bu eski dostlarımızı, birbirimizde görüyoruz.. Böyle olunca da, birbirimizin huysuzluklarını, saçmalıklarını, normal bir insanda görsek bizi itecek huylarını, o bitmiş eski dostlukların hatrına, görmemezliğe geliyoruz.. Yapıntı bir mutluluk dediğim işte tam olarak bu..
Ama şimdi düşündüm de, bu pekâla, alıntı bir mutluluk da olabilir...
ya da hatırına mutluluk..
Hamiş. Dünya üzerinde insanlar hep birbirine benziyor sanki. Hani diyorlar ya, başlangıçta 7 tip insan varmış, hepimiz bu 7 tipten biriymişiz... Gülüp geçtiğim bu basit önermeye, bazen de hak verir halde buluyorum kendimi. Çünkü herkes birbirine benziyor gerçekten de.. Tuhaf.
Hamiş 2. Cenk annemi ziyaret etmiş geçen gün. Uzuuun yıllar oldu görüşmeyeli. Sanırım 25 yıl. Bilmem ki aramalı mıyım? Çekindim.. Eski Cenk değil, eski Ceren değilim. Bir yerde yeni Cenk ve yeni Ceren'lerle devam ediyoruz hayatlarımıza sonuçta..
Kafka'nın Gregor'u gibi bir dönüşüm değil bu, bu yaşamın bir dönüşümü... Doğmak, büyümek, yaşlanmak ve ölmek ve sonra, yeniden doğmak, farklı bir formda doğmak, yaşamak, ölmek, ve yeniden... Sonsuz bir dönüşüm bu.....
İşte bu bizim hikayemiz.... Asla yokolmadığımız, sadece dönüştüğümüzü gösteren hikayemiz... Yine de işte, bu dönüşümün "doğum" kısmı sevince boğarken, ölüm kısmı "hüzne" boğuyor ya, ondan bir türlü kurtulamıyorum canım blog dostum....... Aynı formda, aynı şekilde bir daha asla göremeyecek olmak, o işte beni mahvediyor.... O duyguyu oturtamıyorum hiçbir yere..
Öyle işte. Sen nasıl başarıyorsun bununla yaşamayı?
Bu hafta kar bekleniyor artık bu diyarlarda. Canımın içi, gözümün bebeği kavuniçi gülümün son (goncaları üstünde) dallarını da kesip bir vazoya koydum, gülümü iyice budadım, altına gübresini ve toprağını da bolca koyup, sardım sarmaladım bambu bir battaniyeye. Kışı bu şekilde geçirebilirse, belki yaza kaldığımız yerden devam ederiz..... Ama her bahar işte, yukarıdaki nedenle, battaniyeyi her açışta içimda bir tırmalanma hissi, bir "ya....." sorusu, bir kuşku....
Hayat böyle bir şey diyenler arasında iki görüş var.
İlki kontrastçılar; yani hayatı siyah ve beyaz, iyi ve kötü, yaz ve kış, kolay ve zor gibi iki uçtaki sistemlere ayıranlar. Matematikçiler. Ya sıfır ya da bir’ciler.
İkincisi ise derececiler; yani hayatı iki uç arasında gidip gelen bir sistemle yaşayanlar. Griciler ve hatta siyah beyaz ve grinin ötesindeki renkleri de bilenler. Şu şu şu zorluyor ama şükür ki şu şu şu da var’cılar. Ortalama alanlar. Orta sahayı sevenler.
Ben şimdi böyle yazınca otomatik olarak kontrastçılara girdim sanki :)) onlar ve ötekiler.. Ama aslında benimki de bambaşka bir kategori sanırım; gözlemcileriz bizler.. Yani ikisi de doğru’cular, kime göre neye göre doğru’cular, onu bunu boşver de evin içindeki ilkbaharla evin dışındaki sonbaharın kontrastına bak’çılar… :)
“Her şeyin bir yüreği vardır. İş, onu anlamaktır..” diye fısıldıyor kulağıma Murathan Mungan. Fısıldıyor çünkü gece saat öyle geç ki, incecik solgun bir okuma ışığında okuyorum. Uyuyamıyorum. Çok endişeliyim. Biliyorum olacakla öleceğin önüne geçilmez ama.. Ama işte.
Bu sıra hayat yine inişe geçti….
Hayat böyle. Böyle ama.. Ama işte.
Dün sabah markette Dr. Şöt'ümle karşılaştım. Adamcağız 5 kutu 12'lik tuvalet kağıdı satın alıyordu..
Bir an; "acaba yeni bir pandemi mi söz konusu, doktor bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyor?" diye düşündüm ve akabinde kendi kendime güldüm....
Fakat hakikaten bir insan neden 5 kutu 12'lik tuvalet kağıdı alsın.... Çözemedim.. Birer kutu da biz mi alsak?! Uyarmadı deme..
Foto. Erkek evlat "silgi koleksiyonu" yapmaya kalkarsa......
Bu dize Murathan Mungan'a ait. Fakat o ormanı bulan benim :)
Mallorca yürüyüşünü güzelce yazdım bugün, başka bir şey yazmaya halim kalmadı....
Sadece bu bloğun okurlarına bu video ;)
Aynı yaştayız. Çocukluğundan beri de tanıyorum. Eğitimimiz falan çok farklı değil. Onun şahsına ait 5 farklı evi var, aileden kalma falan değil, kendi parasıyla, hakikaten harıl harıl çalışarak, sabahın köründe kalkıp işe giderek, helaliyle sahip olduğu. Yatırım diyor. Güvence diyor. Çocuğu yok.
Benim tek bir mülküm yok üzerimde, ne ev ne araba. Mülkiyete gençliğimden beri karşıyım, sahip olduğum herşey “bir bavula sığmalı”.. Kazandığımı seyahate yatırdım, dünyanın 1/4’ünü gördüm. 6 kıtayı.. Biraz da bankada param var, onu da “dünyanın binbir türlü hali var” kafasıyla tutuyorum, “âniden tası tarağı toplayıp gitmem gerekirse” diye. Hep bir gitmek yani özünde. İki çocuğum var.
Hangimizinki doğru bilmiyorum ama Murathan Mungan'ın bir sözü var: "Dünyada yaşayıp dünyayı hiç görmemek"...... Bilmiyorum...
Kirli çıkı: Züğürt gibi görünen ama maddi durumu iyi olan kişi (TDK). Hikayesini arayıp da bulaMAZken, başka bir çok deyimin hikayesini bulduğum şahane bir sayfaya denk geldim. Meraklısına.
Bahar dizisini üç hafta geriden takip ediyorum ama ediyorum :) Avrupa Yakası'ndan beri izlediğim ilk Türk dizisi... Tabii ki saçmalıkları var ama gidip geldikçe açık televizyonlardan maruz kaldığım ciyak ciyak bağrışlı silahlı klasik Türk dizisi çizgisinden farklı yine de. Eminim daha güzel diziler de vardır ama ne bileyim, kış döneminde iç ısıtan bir ayrıntı işte. Denk geldikçe..
Dünkü bölümde Çağla çok güzel bir cümle söyledi, beni ağlattı (evet daha da kolay ağlar oldum son zamanlarda). Bende çok yaralı birnoktaya denk geldi.. Hem annemle hem kendi kızımla olan ilişkilerimde.. Yazmayacağım uzun, bende kalsın. Ama unutulmasın diye buraya not düşmek istiyorum.
"Annelerinin çok sevdiği çocuklara hiçbir şey olmaz."
Allah annesiz büyümek zorunda kalan tüm çocukların karşısına anne gibi merhametli, sevecen, adil yetişkinler çıkartsın inşallah... Amin amin.
Kafka’nın kısa öykülerinin olduğu bir kitap geçti elime. Bir Kafka var Kafka’dan içeri, Kafka’dan gayrı diye özetleyebilirim.. Şaşkınım ve çok heyecanlı..
Boş iki dakika bulsam, hemen bu kitaba gömülüyorum. Kısacık tek paragraflık öyküler de var, birkaç sayfalık öyküler de. Bu “kısa kısalar”ın kumandanı Hemingway’dir sanıyordum, yanılmışım.
Tadımlık:
“ACH,” said the mouse, “the world gets narrower every day. At first it was so wide it was frightening; but I kept running and I was glad when I finally saw some walls far off to the left and right of me, but now those long walls are hurrying towards each other so fast that I’m already in the final room, and there in the corner is the trap I’m running into.” — “All you have to do is run in the other direction,” said the cat, and ate it.”
Fotoğraf:
Puzzle’ın kayıp parçası nerdeymiş bak…. Daha fazla arama diye yani.. ;)
Bugün pek bedbinim. Güzel şeyler hemencecik bitiveriyor.. Hava gri, ruhum gri, adımlarım geriye geriye gidiyorken.. Yolda karşıma bir direk çıktı.
Marcus Aurelius* demiş ki: “Eğer bir yerde yaşamak mümkünse, daha iyi şekilde yaşamak da mümkündür”.
Kesinlikle katılıyorum. Yaşıyorsan, güzelleştirmek görevin! Ufacık detaylar her günkü yaşam alanlarımızı ne kadar değiştiriyor ve güzelleştiriyor..
Paulo Coelho’nun ünlü üçlemesinin son kitabı olan “Şeytan ve Genç Kadın”ı okuyorum. “Bir insanın hikâyesi, tüm bir insanlığın hikâyesidir.” diyor, katılıyorum. Çok karmaşık varlıklar değiliz aslında, hatalarımız sevaplarımız genelde belli. Çoğumuzunki bir. Yine de başka başkayız sanıyor, bir bütün olamıyoruz..
Cennet gibi gelir bana portakal bahçeleri; kokusu, görünüşü, renklerindeki canlılık.. Bugün hayatımın belki de ennnn taze portakal suyunu içtim bu bahçelerden birinden ve aman yarabbi, daha önce hiç portakal suyu içmemişim gibi geldi bu serin tazelik..
Çok uzun zamandır kullanmamıştım “çepiş” kelimesini, biraz düşünmem gerekti, kuzunun keçi karşılığı neydi yahu? diye :) Oğlak ve çepişçikler her yerde, yaramaz yaramaz her yere tırmanıyor, sonra da korkup annelerini çağırıyorlar meleyerek.
Annelerse hiç aldırmıyor, “nasıl gittiysen öyle dön” dercesine, bir kaya üstünden izliyorlar bu inatçı, bu başına buyruk çepişleri..
Başka türlü keçi olamazlar ki, olsa olsa koyun olurlar!
Annelik dersi olarak bir köşeye yazıla…… ;)
Güz çiğdemi de denir. Sonbaharda açan, beyaz ve eflatun çiçekli soğanlı bir bitkidir. İlk bakışta çiğdeme benzer ama çiğdem biraz daha güçlü ve büyükken - ve tabii yazın habercisi olarak Mart ayında açarken, bu çiçek daha güçsüz, daha solukça ve Ekim ayında açar..
Hikayesi ise çok güzel.. Karadeniz bölgesinde baharda açan çiğdeme “vargel çiçeği” denirmiş; yaylaya çıkma zamanının geldiğini gösterirmiş. Sonbaharda açan çiğdeme ise “vargit çiçeği” denirmiş ve yayladan inme zamanını gösterirmiş :)
Bugün Karadeniz yaylalarından tam 4300km uzakta ve kendi denizinden 500mt yüksekte, ufacık bir patikada, karşıma çıktılar minik bireyler halinde.
Çiğdem Hanıııım, ne işiniz var burda bu mevsimde? diye takıldım, ama meğerse Çiğdem Hanım değil - diyelim ki - Didem Hanımmışlar :)) Vargitler.. Çok tatlıydılar çok..
Yepyeni bir ay. Tam şu an:
Ben de öyleyim.. Yazmayı sevişimiz de, konuşmayı sevmeyişimizden belki.
Foto. Annemle babamın balkonundan, mevsimin ışık oyunları..
Bugün ne var havada? Ne var bu sokaklarda? Yollarda, sularda, yapraklarda?
Beni her şey bu en sevdiğim Birhan Keskin şiirine çıkartıyor, ve de her şey sana..
Çocuğumu spora bırakmış, arabada bekler ve termosa koyduğum çayımı içerken; bir zamanlar babamın da arabada oturmuş, aynı benimkine benzeyen bir termosla çayını içe içe, yanına aldığı gazetesini ya da dergisini okuyarak, beni beklemiş olduğu aklıma geldi..
Hayatlarımızı ne kadar özel ve biricik sanıyoruz. Halbuki hayat sonsuz bir tekerrürden ibaret..
İlhan Berk’in şiir için, “baştan böyle olduğunu bilseydim hiç başlamazdım” dediğini ve hiç kimseye şiir yazmayı tavsiye etmediğini söylediğini anımsıyorum - Ayhan Geçgin, Kurbağalara İnanıyorum.
Kandırıkçı İlhan Berk :))
Birkaç gündür tek sorunum şu:
"Başkaları mutsuzken, ben mutlu olmaya nasıl cüret edebilirim? Bu küstahlık değil midir?"
Bu hissi yaşıyor musun :( Nasıl üstesinden geliyorsun ne olur söyle........
(Bloğu tarihinde ilk ve son defa yoruma açtım, kimlik bırakmak zorunda değilsin, ben artık bu duygunun altından tek başıma kalkamıyorum......)
Meraklısına. Sevgili İ.’nin gönderdiği 48 saatlik mubi deneme üyeliği sayesinde sonunda ben de Perfect Days’i izledim - ki en doğru zamandı, çünkü bir eserin (film / kitap özellikle) çıktığı ve popüler olduğu o ilk ateşli zamanlarının geçmesini beklerim hep - ve katman katman derinliğine daldığımı hissettim. Bu hoşuma gitti. İzninle biraz uzatacağım bugün..... Doluyum, boşaltamıyorum.
Bloglarda ya da başka mecralarda bazı yorumlara maruz kalmıştım tabii, az çok biliyordum da bu kadar derin ve yine maalesef doğru anlaşılamamış bir filmle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim.
Ben filmden genel anlamdan daha farklı bir anlam çıkarttım; çünkü bir iki bilgi kırıntım daha var filmi tamamlayabilecek. Japonya’da bir atasözü vardır misal; mutlu olmak için başkasının tuvaletini temizlemek gerektiği ile ilgili, çift anlamlı. Bu söz bilinmeden nasıl anlaşılabilir bir adamın zengin ve avantajlı bir hayatı basit ve rutin şeyler için geride bırakma isteği. Ya da son sahnede; gülerken ağlamak.. Ya da rutinin biraz aksadığı da ve küçük şeyler’e vakit bulunmadığında herkes gibi sinirli mutsuz bir insana dönüşmek!
Faulkner’ın Çılgın Palmiyeler’i ve diğer tüm yan medya aslında bir nakış gibi işlenmiş, tam yerine atılmış bir düğüm her biri; tüm bunları okumadan, o şarkıları gençliğin boyunca dinlemiş olmadan, zengin ve varlıklı bir yaşamdan basit ve dar bir yaşamı seçmiş olmadan, nasıl anlayabilirsin ki bu filmi. O nedenle anladım neden bu kadar az insanın filmin gerçek anlamını anlayabildiğini.. Çünkü yaşamadan bilemezsin bazı şeyleri. Sevgili İ., her ne kadar "ben yaşamı filmlerle öğreniyor, anlamlandırıyorum" dese de - o başka bir zeka türü mutlaka.... Ben yaşayarak öğrenebiliyorum, hoş onu da yarım yamalak işte.......
Hani diyor ya: ölüyorum ve hayatta anlayamadığım çok şey var… Öyle bir şey işte. Öyle bir şey..
“Hayat böyle duraklarla doludur. Durursunuz, biraz soluklanırsınız, sonra soluk soluğa bir keder, koştura koştura bir karanlık, herkes ne kadar mutsuz, sokaklar ne kadar kalabalık!” - Veciz Sözler, Barış Bıçakçı.
Güncelleme: İnsanın dileğini gerçekleştiren uzaktaki yakınları olması ne güzel şey! 2 filmim birden oldu, çok teşekkürler :)
..
Böyle pis bir gri. Hüzünlü ağır bir gri. Bulamaç gibi. Benzerlerinin ilki diyebilirim, mevsim ve coğrafya şartları düşünüldüğünde.
Üyesi olduğum pek flix kanalın vasatlığında, yeni arayışlar içindeyim gecelerimi şenlendirmek için. Bu gece güzel bir doğu alman dizisi izliyorum Kleo. Fakat biter yakında.. Bana ara sıra film mi göndersen? Ama virüssüz ve illegal olmayan bir link eşliğinde :)) Böyle böyle adım mükemmelliyetçiye çıktı, peh. Halbuki çok şey mi istiyorum? Bu coğrafyada adım adım yaklaşmakta olan kış akşamlarında, başka nasıl hayatta kalır insan....?
Meral ile, Fransa'dan yeni gelen Sinan arasındaki konuşma:
..
"Kim yaktı?"
"Faşistler dendi ama geistler de olabilirdi, hepsi o kadar aynı ve bağnaz ki. İşte her şey o zaman yeniden başladı. Bir süre sonra hayvanları yaktılar. Hayır hayır, önce profesörü öldürdüler, sonra hayvanları yaktılar. Ondan sonra gazeteciyi öldürdüler, sonra kızı vurdular, ondan bir yıl önce zaten işçiyi öldürmüşlerdi. Yine de kız en acısıydı. Yirmi yaşında, gencecik. Daha kötüsü var. Kızın annesiyle babası gencecik çocuklarını vuran otoriteye karşı tavır alacaklarına, "kızımızı bu yola kim düşürdü?" diye dövündüler!"
"Hangi yola?"
"Yani 1 Mayıs'ta yürüyüş yapmak düşüncesini kim ona aşıladı diye arandılar. Boşver, anlamazsın.. Kızdan bu yana neler oldu zaten.. Her gün birini öldürüyorlar. İşin ucunu kaçırdım ben, ilgilenmiyorum. Ama nasıl başladığını biliyorum. Önce ormanları yokettiler. Sonra denizleri kirlettiler, havayı solunmaz hale getirdiler, suları tükettiler, kitapları yaktılar, okumayı öldürdüler, yazıyı öldürdüler, gazeteleri öldürdüler....."
Sinek Sarayı, Mine G. Kırıkkanat.
Korkma bu haftayı da turuncuyla geçiştirmeyeceğim (aslında belli de olmaz benim işlerim) fakat Almanya’ya iki çift lafım var bugün.
Almanya bu ne yaaa? Gözünü seveyim bu ne?
Stephen King’ten uyarlanan Mist (Sis) filminin seti gibi bir tavırlar, haller. Bu ne Allasen?
Bana bunlarla gelme. Ben Akdeniz kadınıyım, ben buyum bu sabah. Sana rağmen buyum!
Kırmızıyı bırakmıştım ama o beni bırakmamış :)
Pastırma yazının renklerini kaçırmıyorsun değil mi?
*
Ve minicik bir soru, güne: “Hadi o kadını yıllarca görmedik, unuttuk diyelim. Kendimi nasıl görmeyeceğim?” - Behçet Çelik
Günün tek olayı, yazıcıyla sınanmak olmamalı diye düşündüm ama evet, aramızdaki münasebet koca günümü yedi yahu. Yazıcıyla inatlaşmak, gidip gelip yine başarısızlığa uğramak ve “yahu neden bırakamıyorum, ille çözmeye çalışıyorum” gibi genel ve varoluşsal bir yaşam felsefesine bağlamak dışında, başka hiçbir şey yapamadım bütün gün! Hayatımdan bir günü çaldın yazıcı!!
Mizah da olmasa…. :))
Bugünlerde sokaklar kırmızıya boyalı..
Bu şehirde sokaklara edebiyat ve müzikten isimler veriliyor, bunu seviyorum. Ama daha çok sevdiğim, bir zamanlar Beyoğlu'ndaki sokak isimleri.. Bilmiyorum hâlâ aynı mıdır, Beyoğlu'na gitmeyeli tam 16 sene oldu! Yolu düşen olursa, benim için Sormagir Sokak ile Pürtelaş Sokağını bulursa, ne güzel olur........
Meraklısına. Beyoğlu ve çevresindeki tuhaf isimli sokaklar için buraya tıktık. "Bu isimleri nereden buldular?" sorusunun cevabını ise şöyle tahayyül ediyorum. Ahmet Efendi; 1960 yıllarında, ortayaşlı, bezgin bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi memurudur ve bir gün amiri ondan Beyoğlu ve çevresindeki sokakları tasnif etmesini ister. Ahmet Efendi de uzun siyah paltosu, tel çerçeveli gözlükleri ve dökülmüş saçlarını gizlemek için taktığı fötr şapkası eşliğinde yola koyulur. Fakat bu bezgin halinin gerisinde, aslında yazar olmak isteyen bir katibin, biraz sisteme küskün, biraz hayata dargın haleti ruhiyesi gizlidir ve Ahmet Efendi özünde esprili bir insandır.. Aklına güzel bir fikir gelir; sistemle dalga geçmek ve bürokrasiye dil çıkarmak ister. Her bir sokağı, o sokakta karşısına çıkan insanlardan feyz alarak, tek tek tasnif eder ve en baştan adlandırır devlet evrakında bu sokakları. Bilir ki; nasılsa devlet içinden kimse bu evrağı bir on onbeş sene kontrol etmeyecektir. Tahmini tutar, 1990’larda tabelalar yenilenene dek kimse bu sokaklara ait evrağı kontrol etmez. Edildiğinde ise artık çok geçtir; tabelalar basılmış, hazırlanmış ve asılmıştır ve yetkili hiç kimse de en baştan tabela bastırmanın maddi yükünü İBB’nin karşılayamayacağıno bilir. İşte bu sokaklar Ahmet Efendi’nin 35 senelik memuriyet hayatında vatandaşlar adına devlet babaya taktığı en güzel kazıktır :))
Budur işte; "çatık kaş sokağı", "merkep bağırtan sokağı", "gece kuşu sokağı" ve nicelerinin hikayesi ;)
Olamaz mı, olabilir?
Kırmızı denince aklına ilk gelen kelime?
Benimki ruj. Makyaj yapan biri değilim ama ara sıra kırmızı rujumu sürüyorum ve bu bana kendimi nedense daha mutlu hissettiriyor. Sürmediğim zaman bir eksiklik hissediyor muyum? Hayır. Ama sürdüğümde sanki dünya daha canlı renklere bürünüyormuş gibi geliyor bana..
Kim demiş görme organı göz diye?
Görme; biçim biçim.
Meraklısına. Zaten çok sevdiğim Mine Söğüt’ten şahane bir podcast serisi dinliyorum bu sıra. Görme biçimleri ile başlamak istersen buraya.
Sabah erken ya da akşam geç trafiğini; saatlerce dur kalkı değil tabii, ama kısa mesafe ve yarım saati geçmeyen “tıkalı” yolları; severim. Gecenin karasına, kırmızı farların ışıltısının katılmasını, egzost buharlarının hayalet danslarını ve iyi bir radyo programının (Türkiye’de TRT3, burada Avusturya radyosu FM4, çocuklar yoksa Klassik Radio Bayern) tüm bunlara tatlı tatlı eşliğini severim.
Bugün önümdeki araçta, bana her zaman aşırı itici gelmiş olan “dikkat bebek / preMses” yazısının sevimli bir versiyonu vardı. Dikkatli bakarsan göreceksin; “iki ebeveynli, iki çocuklu ve bir köpekli aileyiz biz” demiş araç sahibi. Sabah sabah, kırmızı kırmızı, sevimli mi sevimli buldum.
Bu haftayı kırmızıya ayırmaya karar verdim ;)
Kızılcık mevsimi ve ben marmelat ve şerbetinden başka bir şey yapmayı bilmiyorum.. Farklı tarifler bulmalı, denemeli, sevmeli…..
Kaynatırken pıt pıt patlamaları, seni de her sefer önce şaşırtıp sonra neşelendirmiyor mu?
Bu bana da oluyor:
“.. bütün kadınların siyah ya da kahverengi paltolara büründükleri bu kentte, kırmızı giydiği için, çok sevecektim onu..” - Sinek Sarayı, Mine G. Kırıkkanat.
Dört adam oturmuşlar bir Flamenko Quartet kurmuşlar tıntıntın memur gibi çalıyorlar. Normalde sevilecek bir şeyi öyle ölgün bir enerjiyle çalıyorlar ki zul oluyor dinleyene..
Ta ki o çıkıp sahnenin ortasını yangın yerine çevirene dek.. Tüm enerji değişiyor salonda, elbet çalan adamlarda da. “Ve Tanrı kadını yarattı..” geçiyor içimden..
Bertolt Brecht'le yakın ilişkiler içindeyiz son iki senedir, biyografisini yeni okuyabildim.. Oldukça ilginç bir sanatçı, huzursuz ve rahatsız ama kadınlar ve entelektüel çevreler için vazgeçilemez bir zat. İlginç bir biyografiydi, tavsiye ederim. Burada.
Dillere pelesenk olan ve çok doğru bulduğum şu sözün, ona ait olduğunu da bu vesileyle öğrenmiş oldum.
"İnsan artık kimse onu düşünmediğinde gerçekten ölür."