Hayır hayır. Dünkü ikilemdeki doğru soru; Tanrı'nın var olup olmadığından ziyade, Tanrı'nın bir varlık mı, hâl ya da durum mu olduğu.
Belki de.
Niyetim günden kalan tortuyu saklamak; bu sayede, yaşadığımı kendime kanıtlamak..
Hayır hayır. Dünkü ikilemdeki doğru soru; Tanrı'nın var olup olmadığından ziyade, Tanrı'nın bir varlık mı, hâl ya da durum mu olduğu.
Belki de.
Okumamak.... da güzeldir aslında. Hayır bu cahillik mutluluk güzellemesi değil. Okumuşsun okuyacağın kadar, şişmişsin, tatlı tatlı sindiriyorsun, eline bir kitap dahi almadan bir ay bazen iki ay geçiyor ya hani... O dönemi diyorum. O da çok güzeldir..
İnsan okuduklarını her yerde görmeye başlar, malum algıda seçicilik.. Sanki birden tüm dünya sadece okuduğun o son metinlerden oluşmakta, baktığın her yerde o metinlerin yansımasını görmektesindir.. O ne güzel bir duygudur!
Kitap okumayı yemek yemeye çok benzetiyorum. Az yersen yetersiz, çok yersen de şişkinlik yapar. Yemek yemek gibi, kitap okunduktan ve bittikten sonra da bir süre durmak, dinlenmek, sindirmek gerekir. Onun da içindeki mini minicik vitaminler, mineraller, seni geliştirir, güçlendirir, senin aslında hayatta kalmanı, hayatın içinde kalmanı sağlar.. O nedenle ne oburluk yapmalı, ne iştahsızlık; tam kararında, tam ölçüsünde okumalı.... bence :)
Aynen yemek yemekte olduğu gibi, önemli olan miktar değil, yemeğin ve kitabın niteliğidir diyerek de bitireyim..
Dün kadın erkek arkadaşlıkları ve güven meselesini ele almıştım. Bugün, tabii meseleyi bir de tersinden ele alacağım: kocanızın ya da sevgilinizin yakın kız arkadaşları meselesi :))))
Sanırım Türk kadınları olarak, biz birbirimize de güvenmiyoruz, dolayısıyla kocamızı sürekli kontrol etme ve olası tehlikelerden koruma içgüdümüz çok baskın. Bakıyorum, genç nesil tabii biraz daha iyi bu konuda ama genellikle eşler birbirlerinin şifrelerini biliyor (özellikle istiyorlarmış hatta), telefonunu kurcalamayı falan hak görüyor..
Ben bunu assssla yapmadım kimseye ve bana da yapılmasını istemem. Saklım gizlim olduğu için değil, aksine, olmadığı için. Bana güvenilmesini nasıl istiyorsam, ben de karşı tarafa güvenmeliyim..
Eşimin en yakın arkadaşlarının çoğunluğu kadındır ve birebir gece de çıkarlar, görüşürler. Asla bunu engelleme ya da surat asma gibi bir duruma girmedim çünkü eşime ve arkadaşlarına güveniyorum ama sanırım asıl, kendime çok güveniyorum. Asssssla aldatılmam anlamında değil bu, tabii ki aldatılabilirim fakat aldatıldığımda, kendime güveniyorum. Bunu "kişisel almayacağıma", kendimde bir eksiklikten kaynaklanmadığını bileceğime ve bir sonraki adımı mantık çerçevesinde çok güvenli bir şekilde atabileceğime inanıyorum. Elbette duygusal anlamda zorlanırım fakat toparlarım! Dimdik de devam ederim.. Çünkü insanın hamurunda bu var yani eşim başkasına da aşık olabilir, ya da benden sıkılabilir, hayatına başka bir yön vermek isteyebilir... Bunlar insan doğasında olan şeyler... Ha keşke olmasa, insan sevgisini hayatının sonuna dek korusa, ama hayat bu.... Öyle bir durumda, saygı sevginin önüne geçebilmeli ve en önemlisi de kendine olan saygın, "bırakabilmeyi" mümkün kılmalı diyorum..
İşte bu bence "gerçek güven"dir: özgüven..... Ne olursa olsun, ben kendim devam ederim güveni...
Hal böyle olunca işte insan hakikaten aldatma konusuna farklı bakabiliyor. İnsanlık halidir diyebiliyor, affetmese de anlayabiliyor ve yolunu ayıracak gücü de bulabiliyor.. Herkes yapabilir mi hayır ama yapamayanın da arkadaşlarından, uzmanından bir destek alıp devam etmesi iyi olur kendisi için diye düşünüyorum.... Hayat bir erkeğe üzülüp de küsülemeyecek kadar güzel :)
Ben eşini kontrol etmeyen, onu sınırlamayan, rahat bırakan kadınların da genel anlamda daha mutlu ve huzurlu olduklarını düşünüyorum. Düşünsene, sürekli "acaba aldatılıyor muyum"un mental yükü yok, bu bile büyük kazanım. Ayrıca aldatırsa da aldatır yahu, ne yani, bu ne "bulunmaz hint kumaşıyım"cılık :)))) Kız çocuklarını da böyle "prensesiiiimmmm kıymetlimmmm" diye yetiştirmeye de karşıyım ha, sonra al işte sıfır duygusal dayanıklılık! Daha ilk "o kadar da prenses değilsin demek ki" noktasında çöküyor kızlar! Yapmayın Allahaşkına yahu, yapmayın bunu kızlarınıza... Ne oğlanlar paşa olsun, ne kızlar prenses, hepimiz insan olalım yeter bence.....
Ne diyorsunuz?
Tatlı bitirelim bu konuyu:
Kendim ateş gibi canlı ve hareketliyken, sakin ve yavaş insanlara özeniyorum dedim ya dün.
Aslında itiraf edeyim: sakinlikten de sıkılıyorum, bir süre sonra (depolarım dolunca) "huzurdan öleceğiz yahu" hissi geliyor ve bir hareket, bir umut, bir canlılık arıyor ruhum.
Güleceksin ama haklısın, ben her şeyi Dostoyevski'ye bağlayabilirim şu hayatta. Ama ne yapayım, ikilikler denince Dostoyevski'ye gitmez mi tüm yollar? Bak o da Tolstoy gibi geriye dönük, durgun bir enerji ile, Turgenyev gibi ileriye dönük hareketli bir enerji arasında durur ya hep.. Bir ona, bir öbürüne, tatlı tatlı salınır durur bilirsin..
Dostoyevski yazdığında o tatlı salınım çok doğal gelse de, doğrusu, dengesi işte bu! desek de, gerçekte yetişkin insanların çoğu için, salıncak korkutucu bir imgedir. "Birinden birini seç, en kötü seçim bile, seçim yapamamaktan iyidir" der dururlar.. Kutuplaşamayanı bazen rahat bırakmazlar.. İki arada bir deredeliklere güvenemez, "adamın sabit bir fikri bile yok" derler..
Salıncaktakiler, salıncakta olmayanlara güvensizlik verir, salıncaktakiler ise yerdekileri sabit fikirli ve muhafazakar bulurlar.. Dostoyevski romanlarında olduğu gibi, birden fikir değiştirenler, birden karşı kutba geçenler, rahatsız eder toplumun sabit noktalarını... Korkutur..
Demek ki, sabit durmak ve salınıp durmak, hayatın çözümsüz ikilemlerinden biri.. Doğrusu ne o zaman? Ya da ortası ne bu işin? Dengesi ne?
Bence üçüncü, dördüncü değişkenleri ekleyerek bulabiliriz bunu: zaman ve durum değişkenlerini. Kısaca: durumdan duruma bağlı olarak, zaman zaman kutup değiştirerek yaşamak. Bazen idefix gibi inandığımız doğrunun peşinde, ağır ve inatçı. Bazense rüzgarda bir yaprak gibi uçuşkan, hafif.
Şairin "Sincap Ciddiyeti" dediği, tam da bu olsa gerek......
Dün Yaşamın Tortusu'na yazdım, Neslihan'ın davetiyle, ikizler ayı boyunca "İkide bir" yazıyoruz. Güzel.
Peki ben ne yapacağım? İşi biraz bulandıracağım :))
"İkide bir" yazılarının benim için anlamı şu: "İki" yönü olan yazılar yazmak. Yani dün evet dediğime bugün hayır diyen yazılar, dün bir tarafını tartışırken, bugün diğer tarafını tartışacağım yazılar ;) Yani "Birde İki", "Bir içinde iki", "İkilem" yazıları.
Bunu yapmamın iki nedeni var; iki günde bir diğer bloğa yazacaksam, buraya enerjim kalmaz hergün yazmaya amaburayı bırakmak da istemiyorum bu bir...
İkincisi de; bence hayat; büyük üstad Dostoyevski'nin de inandığı, yaşadığı ve yazdığı gibi, birbirine denk en az iki yönü olan (ki bence bunu çok rahat çok boyutluluğa çıkartabiliriz) bir hâl, bir durum, bir kavram, bir duygular ve anlayışlar bütünü. Dolayısıyla bugün evetse, yarın neden hayır olmasın?
Burada yanar döner bilinen ama belki de hayatın dinamiğine bu nedenle en hakim burç olan ikizler burcuna da bir selam yollayarak, sizi bir gün orada tartıştığımın ertesi gün burada diğer açıdan tartışmasına davet ediyorum :) Yorumlara da açıyorum, bakalım neler olacak :))
"Hem anneni mutlu edip, hem de kendine ait bir hayatı yaşayamazsın." dedi dinlemekte olduğum terapist, danışanına.
Danışan uslu uslu dinledi.
Halbuki benim zihnimdeki danışan, tam o noktada: "mutlaka bir seçim yapmak zorunda mıyım?" diye sorardı..
22: Yaratık
Bu haftanın masalı çok anlamsızdı; sanırım Kurtlarla Koşan Kadınlar'daki masallara özenilmiş fakat masal çok kısa ve özet mi geçilmiş, kurgu mu yok edilmiş bilemedim (mavi kurdele metaforu çok eksik kalmıştı mesela) yazarın elinde patlamış. Dolayısıyla buraya taşımayacağım fakat mesaj iyiydi.
Haftanın mesajı:
Aşk ile incinmekten korkma. Aşkı arıyorsan, ondan kaçma, hayallerinin gerçekleşmesi olasılığından kaçma. Aşkı gerçekten hissetmek için kalbimizi açmalı ve karşılığında kırılabilme riskini de kabul etmeliyiz. İncinebilir olmamız, insan olmanın bir parçasıdır.
Haftanın görevi:
Aşk ya da diğer yakın ilişkilerinde, incinmemek için "kaçındıklarını" düşün, buna değer mi? Hayatı hissedebilmek için, olumsuz duygulardan kaçma, incinmek, üzülmek de hayata dairdir ve seni "mutluluk"tan çok daha fazla yontar, şekillendirir, olgunlaştırır.
Dünyayı olduğu gibi sevmelisin.
"Yağmuru seviyorum diyorsun, yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun. Güneşi seviyorum diyorsun, güneş açınca gölgeye kaçıyorsun. Rüzgarı seviyorum diyorsun, rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun. İşte beni sevdiğini söylediğinde, bunun için korkuyorum.." - Anonim - denmiş ama Rûmi'den de okumuştum ben ;)
Haftayı Zweig ile kapatalım.
"Hayatın kendisini, anlamından daha çok sevin."
demiş ama kendisi yapmış mı, hayır..
Video: Annemler sabah bu videoyu yolladılar. "Balonla mı uçuyorsunuz?" diye sordum, "Sabahın 5'i yahu, otel odamızın penceresinden izliyoruz" dediler.. :) Bak onlar mesajı ne güzel almış....