koltuk..
evrende..
Goethe; bir insanın güneşi idrak edebilmesi için, kendi içinde güneşten zerreler bulunması gerekir demiş.
Sen bu sözden güneşi çıkar, tanrıyı ya da sevgiyi koy mesela.. Anlam aynı bütünlükle devam eder. Çünkü güneş, tanrı ya da sevgi; hepsi aynı kavram. Her birinde insanın içini ısıtan imgeler var, ondan..
Hamur aynı. Sen onu alır, bir malzemeyi değiştirip, çeşit çeşit ekmek yapabilirsin. Tözü aynı. İçinde kırıntı halinde bile olsa sevgi varsa, tüm bu kavramları anlayabilirsin. Ne kadar kaybolursan kaybol, nesneler arasında bir düzen görebilirsin. Bu nesneleri birleştirip içselleştirdiğin ölçüde de, kendini onlara ait hissetmeye başlayabilirsin. Bunun için saçma sapan kişisel gelişim kitaplarına, koçlara koyunlara, çakralara gözlere enerjilere falan ihtiyacın yok. Kendi içini dinleyebildiğin zaman, o sesi zaten duyarsın. Dışında değil, içinde ararsan eğer, zincirin de sensiz var olamayacağını anlarsın..
Normalde gün batımlarını değil, doğumlarını seven ben; bu akşam vakti pencerede bu görüntüyle gözgöze gelince, dayanamadım, Ahmet Haşim’den şu dizeyi aradım adaşının* kitaplığında.
Ve buldum. Şükür ki buldum. Yoksa bu sevda yüküyle yola devam etmek zor olacaktı.
* Dedem; babama bu ismi vermiş, bir de upuzun bir soyadı ihsan etmiş ki evraklara sığmaz, kalır.. Evlenince vazgeçtim o uzun soyadından, bir Avusturyalı bestekârınkini taşıyorum şimdi. Fakat bazen o upuzun, kimsenin ilk seferde doğru okuyamadığı ve elbette şiirsel soyadını özlüyorum.. Özellikle böyle akşamlarda.
Dün tek satır yazmak istemedi canım. Bu sabah farklı düşünüyorum. İçim dolu dolu.
Rusların Ukrayna’ya saldırmalarını televizyondan naklen izliyoruz. Tüm dünya izliyor ve izlemek, tüm dünyanın savaşa çekilmemesi için yapılabilecek en akl-ı selim davranış gibi duruyor.. Tuhaf zamanlardan geçiyoruz.
Başımızı önümüze eğiyor, çaresiz ve biraz da korkakça, kendi güvenliğimizi düşünerek devam ediyoruz.. Kınıyoruz en fazla. Yazıp çiziyor, olmaz böyle diyoruz. Belki protesto edeceğiz, ambargolar, tecritler düzenleyeceğiz ama olan olacak..
Bertrand Russell’in dediği gibi olacak.. Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verecek yine..
Halbuki; Ruslar keşke savaşçılıklarıyla değil de edebiyatlarıyla, müzik, bale ve diğer sanatlardaki üstünlükleriyle fethetselerdi dünyayı, bu alanlarda enn üstün olsalardı.. Ya da memleket aşkı sadece Smetana’nın yaptığı şekilde dile getirilseydi:
Olmuyor demek ki.. Yapamıyoruz biz. Yazık..
Üzerine tıklarsan bu çalmaya başlayacak.
“Ben böyleyim.. Çok konuşurum, çok yerim, çok içerim. Çok’umdur yani..” - Metin Akpınar Biyografik belgeseli “İyi ki yapmışım”.
Ben bu yurdum insanını, onun bu girişimcilik zekâsını ve de tatlı dilini sevmem de neyi severim, he, de bana uşağum!
Diyor ki yani; kuru kuru yeme, yanına da bir çay demle!
Yerim seni yerim! Günümün neş’esi :)
Bugün biraz yoğundum, bu nedenle geçen sonbahardan "pek şirin" bir yazımı aktarıyorum ;)
Mutfağımın hemen önünde, derin bir mevzu var. Saçtan ayak parmaklarına dek “pembe bir duruş"u var minik kızın. Yanındaki kocaman adamsa, babası.
Yarım saat önce kendi önde, babası arkada pıtı pıtı geldi, durdu arabalarının arkasında. Babası kapıyı açtı, yok, binmeyecek. Oturdu kaldırıma. Baba ne söylerse söylesin kalkmıyor! Yok! Nuh diyor, peygamber demiyor! Dedim ya "pembe bir duruş"... Bilirsin işte.
Ne yapsın, babası da oturdu yanına. Elini omzuna atsa olmaz daha küçük, kucağına alsa hiç olmaz, kendine sor bak ne kadar kocaman! Çaresiz oturdu kaldırıma, kocaman, takım elbiseli adamcağız. Öyle yanyana oturuyorlar yarım saattir.. Bense camın gerisinde, hem akşam yemeğini hazırlıyorum hem de onları izliyorum. Ahhhh kalbim, son zamanlarda izlediğim en güzel sessiz sinema filmi bu! Ben de hiç rahat durur muyum, hemen seslendiriyorum oracıkta senaryoyu. Kendim yazıyor, kendim seslendiriyor ve yine kendim gülüyorum....
Yarım saat sonra birden kalkıyor yerinden, derin mevzu her neyse onu kaldırımın köşesinde bırakıyor, çıtı pıtı adımlarla arabaya biniyor ve.. gidiyor.
Mevzu ne olabilir sence? Hepimizin mevzusu sonuçta aynı değil mi? Çok keyif aldığımız bir anın sona ermesini istememek.... Ve yanımızdaki "koca adam"ın bu isteğimize biraz anlayış gösterip, yanımıza oturuvermesi, bize biraz daha zaman vermesi.... :) Yaşasın kaldırıma oturan koca adam'larla pembe duruşundan taviz vermeyen küçük kızlar!
Saatte 120km ile esen bir rüzgâr var bugün. Yağmuru da peşinde.. İki saatlik bir boşluğum vardı; 2016 yapımı Manchester by the Sea'yi izledim. Güne uygun, yavaş yavaş olgunlaşan bir film. Herkes çok kolay "devam edebilirken", bunu başaramayan bir adamın öyküsü. Tanıdık.
Filmden sonra yeniden Londra Filarmoni'nin çaldığı Adagio Per Archi E Organo in Sol Minore'u dinlemek istedim:
Hauser'in hızını, enerjisini ve çellonun tok sesini sevsem de, bu eserin David Parry ile klasikleşen, çok daha yavaş ve orglu versiyonunu tercih ederim. Çeşitli kiliselerde defalarca dinlemişliğim de vardır, fakat bu sabahki gibi etkilememişti beni. Belki film, belki saatte 120km ile esen rüzgâr, belki gerçekten çok yalnız hissediyor oluşum bu sabah.. Bilmiyorum. Sadece, üzerine yağmur iyi geldi.. Ve çektiğim bu birkaç kare fotoğraf..
Ve unutmadan bir köşeye not almak istediğim şu bir kaç satır:
"Biz seninle, aylar boyunca konuşmadan, sessizliği paylaştık. Kendi dünyalarımızın sesleri içinde, kendi gürültülü meselelerimizi çözümlerken, birbirimizin yanında oturduk sadece.
İçimizden konuştuk. Kelimelere ihtiyaç duymadan.
Zaten kelimeler her şeyi mahvetmez mi genelde?"
Sabah yazmaya başladığım günün, bir de gecesini yazmak istedim sana. Aslında hiçbir özelliği olmayan, büyük ihtimal aklımda yer etmeyecek, sakin, kendi halinde bir gündü. Sabahki renk şöleninin aksine, güneş yükselemedi bulutların ardından ve öğle saatlerinde güçlü bir sağanak bastırdı.
Arabadaydım o an ve çıkıp sırılsıklam olana dek yürümeyi istedim, hani eskiden - anne olmadan önce - sık sık yaptığım gibi.. Saçlarım denizden çıkmışçasına ıslanana dek, iliklerime dek yağmurun altında kalmayı ne severim! Oysa artık yapamıyorum bunu; bir korku geldi, bana birşey olursa.. korkusu. Çocuğun varsa bilirsin..
Halbuki bir toz tanesi kadar anlamım var şu dünyada, anlık bir his bırakacağım kendimden, o da şanslıysam önü sonu 3 kuşak kadar kalıcı olacak. Konuştuk bunları, biliyorum.
Fakat; işte böyle bazı anlar var ki, ömrün özeti. Ne şanslıyım ömrü bunlarla doldurabildiğim için. Anlar, hisler, düşünceler.. Sohbetler, karşılıklı sevgiler, bazen de karşılıksız olanlar. Fark etmiyor artık.. Demek ki hayat geçip gittiğinde de fark etmeyecek. Hani güneşin bir mum gibi sönüverdiği akşamlar - hele kurşunî bir denize battıysa o güneş, ah hele! Onlar gibi gidivermek.. Ama daha yapılması gerekenler var ve gerekmediği halde istenenler, hayâl edilenler, umulanlar.. Daha var..
Neden bilmem aklıma A.'in bahsettiği - yanlış hatırlamıyorsam Kadıköy’de mi demişti? - bir gazozcu geldi bu akşam gün biterken. Yüzlerce çeşit gazoz var demişti o, bense rengârenk ve farklı şişe tasarımlarıyla süslü bir vitrin hayâl etmiştim hemen. Hemen orada sevmiştim o tıklım tıklım şişe dolu küçükcük, büfe gibi dükkânı! Halbuki gerçekte eminim çok farklıdır.. Bazen diyorum ki, gideyim şu Kadıköy’e, bulayım şu dükkânı, iki gazoz söyleyeyim biri bana, diğeri yine bana.. Oturayım basamaklara; içeyim içeyim içeyim. Bir yandan da küfredeyim. Yerli gazozsa Can Yücel dizeleriyle, yabancıysa Charles Bukowski dizeleriyle.. Nasılsa aynı kapıya çıkmayacak mı? Hem sana, hem kendime, hem de şu hayatta başımıza gelen, olan biten her şeye..
“.. belkim, bir belki bile değildim.” C.Y.
Ufak bir veranda var bahçenin önünde. Salondan çıkılıyor. Her sabah, yaz kış demeden, uyanır uyanmaz, çıplak ayaklarımla bu birkaç adımlık taş verandayı geçip, çimene basarım. Buz gibi, kırağı çalmış çimenlerin ayak parmaklarım arasında ezilip büzülerek, yine de kadere baş eğmeden göğe bakmaya çalışmalarını izlerim. Ayaklarımı kaldırdığımda yeniden, yavaş yavaş, yukarı doğru yükselmeye başlamalarını.. Vazgeçmemelerini.
güne tesadüfen denk gelmiş işte..
Yıllar var ki, şöyle bir sahneyi yakalayamadım ülke sınırlarımız içinde. Şöyle bir tutkuyu, kimseyi umursamadan davranışa dökebilme cesaretini. Keşke görebilsem, keşke.. Buna ayıp diyorlar ama sokak ortasında küfretmeyi, kavga çıkarmayı, çoluğu çocuğu dövmeyi, kadına sataşmayı nedense ayıp görmüyorlar.. Üstelik öpüşene verdikleri tepkiyi de vermiyorlar.
Keşke sokakta şöyle umursamazca öpüşebilse insanlarımız.. Çünkü bu görüntünün sağlıklı bir psikolojiye sahip insanda güzel bir his, bir sevinç, bir mutluluk uyandırmaması gerçekten mümkün mü?
Hem ayrıca, o bunu öpmüşse de, kime ne..?
Sevmenin nesi ayıp, nesi yanlış, nesi kötü sonra? Kime göre, neye göre?
Keşke bir tek şu gerçeği öğretebilsek çocuklarımıza: Sevmekten zarar gelmez.. Korkma, sev birbirini..
Günümüzün en büyük yazarlarından biri olan Paul Auster, tüm zamanların en büyük yazarlarından biri olan Tolstoy için şöyle diyor: ".. yaşamla ilgili her şeyi kavrayan, ister erkeğe ister kadına ait olsun insan yüreği ve insan zihni hakkında bilinmesi gereken ne varsa hepsini bilen şeytan Tolstoy.."
Bugünlerde "İnsan Neyle Yaşar?"ı okuyorum.. Büyüleyici, insanı aynı anda hem cehennem alevlerine atan, hem donduran, aklını dimağını uyuşturan ve aynı zamanda da açan bir kitap bu. Sadece Tolstoy'u çok sevdiğim için değil, onu okurken ıssız kentlerde, sis altında, tek başıma yürüyormuş hissi duymamdan da değil (ki bunu da çok severim bilirsin..) aynı zamanda, mesleğim ve en büyük ilgim olan insanın iç dünyasını anlama aşkım nedeniyle de, delice bir tutku duyuyorum özellikle bu kitabına..
Fakat her kitap gibi o da, okuduğun döneme göre değişiyor. Eskiden altını çizdiğin yerler dışında kalan, o zamanlar sana bir anlam ifade etmemiş paragraflarda arıyorsun kendi anlamını şimdilerde.. Evet Tolstoy, şeytan. Çünkü senin geçtiğin yollardan çoooook önce geçmiş, geri dönmüş, bir başka tarafından yürümüş, sonra geri geri yeniden en başa dönmüş, adeta yolla oynamış bu adam!
Bu his güven veriyor.. Peki neyle mi yaşar insan? Sevgiyle, umutla, çocuksu bir merakla elbette..
Büyüklerin hepsi birer çocuktu..
ama onların çok azı bunu hatırlar.
Küçük Prens - Antoine de St.Exupéry.
"Birbirimize karşı o kadar hassasiyet bağlamıştık ki, bakışmaktan konuşmaktan korkuyorduk. Yanlış seçilmiş bir kelimem onu yaralayabilir, onun sert bir sözü beni öldürebilirdi." - Ciğerdelen, Salinger.
Aralık 21'den bu yana ilgimi hayli cezbeden bir konu var fakat olan bitene gülmeli miyim, yoksa ciddiye alıp korkmalı mıyım emin olamıyorum. Cryptocurrency uzun zamandır hayatımızda, benim popülaritesini kesinlikle anlamadığım bir mevzu bu, fakat son bir aydır internet üzerindeki tüm sanat eserlerinin ya da sanat sayılmayacak saçma sapan "dışavurum"ların inanılmaz paraya satıldığını okuyalıberi, kişisel anlayışsızlığım daha derin bir boyuta girdiği için; kendimi "güncel yaşamı anlayamıyorsan, sorun sendedir; belki de yaşlanıyorsun, kendine gel!" diye uyardığım ve araştırmaya başladığım bir konu oldu NFT ve Web3.
Bir ayı geçen süre içinde okuduklarımdan sonra da, anlayışsızlığım ve güvensizliğim azalacağına iyice arttı ve geçen hafta yayınlanan bu yazıyı okuduktan sonra, elimi çeneme dayayıp "Tanrım insanlık nereye gidiyor?" diye düşünmeye başladım.. Zira Einstein'ın dediği gibi, aptallıkta sınırımız durağımız yok.
Cryptocurrency ile yatırım yapmak bir yana, yapılan yatırımın internet üzerindeki çöplere kadar gittiğini öğrenmek diğer yana. Tamam Andy Warhol'dan beri Art-Business ve Business-Art kavramlarımız içiçe geçti ama yine de bir göz var izan var yahu.. Sadece 1 günde yaratılan (sanat diyemedim affetsin sahibi) bir "dışavurum" 65 milyon dolara (cryptocurrency için bile abartı bir rakam bence) satılıyorsa (haberin ve yorumun linkine buradan ulaşabilirsin), bu işte bir terslik vardır bence.. Ama dedim ya, ya benim "gerçeklik" ayarlarımda bir sorun var ya da heralde yeterince okumadım, onun için anlayamıyorum..
O zaman, okumaya devam:
- NPR'daki yazı için buraya
- NYT'daki yazı için buraya
- NBC'deki yazı için buraya
- Bugün yayınlanan bir blog yazısı için de buraya
Bu konu sanırım bizi baya oyalayacak..
The Swell Season'u hatırlıyor musun? Glen Hansard ile Marketa Irglova hani.. Güzel ikili. Güzel fotoğraflar. Aşk gibi bi'şeyler.. Ama tam da değil. Farklı yollar.
2022'de bir yerlerde re-union yapacaklarını açıkladılar geçenlerde. Sevindim. Sonra da tuttum yeniden,
İzledim:
Yetmedi, dinledim:
Anne olmanın en güzel yanı, evde 7/24 filozof sahibi olmak. Gerçekten dinlersen ne dediklerini, hepsi birer filozof.
8 yaşındaki M.'ye sabah kahvaltısından hemen sonra neden şekerleme yememesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordum; dişlerimizden girdim, sağlıklı beslenme alışkanlığından çıktım her seferki gibi. Ama o, şekerle çalışan bir makina gibi bazen, dinlemiyor. O zaman dedim ki "hayat böyledir, bazen yapmak istediklerin zararlı, yapmak istemediklerinse yararınadır".
Durdu bana dik dik baktı ve aynen şunu dedi: "Hayatta bizden beklenen, yapmamız gerekenler vardır. Bir de yapmamıza gerek olmayan ama bize keyif verenler. Bir birinden, bir diğerinden yapmamız gerekir, yoksa mutlu olamayız."
O kadar haklı ki, tüm kâse şekerlemeyi kendi ellerimle verdim ve ardından şaşkınca bakarak, neşe içinde sek sek zıplayarak odasına gidişini izledim.....
Sonra dedim ki yanımda sakin ve güvenli adımlarla yürüyen 75 yaşındaki B.'ye: aslında uzun kısa fark etmiyor; ömrün ardından kalan da, önü topu sadece birkaç an. Tanıdığım - sevdiğim - yitirdiğim tüm o insanlardan kalan anlık hâtıralar ve hattâ hâtıra bile olmayan kısacık hisler. En çok o hisler kalıyor geriye bir insandan. Kimlere? Tabii ki çocuklarına, şanslıysa torunlarına, çocuksuzsa da arkadaşlarına ya da arkadaş çocuklarına. O kadar. 3 nesil sonra zaten hiç olmamış kadar yoksun.. Eni sonu 50 bilemedin 100 sene sonra, yaşadığın kavgaların, üzüntülerin, seviç ve gururun hiçbirinin önemi kalmayacak.. Sadece bir his bırakacaksın geriye, olan bitenin, iyi kötü tüm hatıraların önüne geçen anlık, tek bir his.
Ya hafif, neşeli, ışıl ışıl bir his. Ya da ağır, boğucu, sıkıntılı bir his.
İşte senden ve tüm yaşananlardan geriye kalacak olan sadece bu..
"Zira şairler çok kere hakikate tahammül edemezler ama daima kendilerini koruyan, kurtaran bir muhayyileleri vardır.." diyor, Abhülhak Şinasi Hisar; Ahmet Haşim'i kastederek..
- Varlık dergisi sayı 41. 15 mart 35.
Bazen bu muhayyile yani hayâl gücü olmasaydı, dünyaya katlanamayacağımı hissediyorum. Tanrım öyle çok kötülük, acımasızlık var ki; bazen diyorum Tanrı ya umursamaz bir tanrı, ya da yok.. Göz göre göre.. Sonra aklıma güzellikler, iyi niyetler, karşılık beklenmeden verilen sevgiler de geliyor. O zaman da diyorum ki, Tanrı her yerde olmalı, her bir hücrenin içinde olmalı.
Tanrının "iyilik ve kötülük"ten ayrılmış bir töz olduğunu çözeli hayli zaman oldu.. Yine de içimdeki dualist bazen "ya.. ya da.." sistemine takılıyor. Oysa bir de "ve.." vardır hayatta....
Diego Goldberg, Arjantinli, ödüllü bir fotoğraf sanatçısı. Onu asıl duyuran ve 2006 yılında Gabriel Garcia Marques Derneği'nin "Hayâlinin Peşinden Gidenler" ödülünü almasını sağlayan ise; 1976'dan beri her sene 17 Haziran'da düzenli olarak çektiği vesikalık fotoğrafları; yani The Arrow of Time Projesi.
İnsan düşünmeden edemiyor; acaba onları bunca sene bir arada tutan şeyler içinde, bu projenin devam ettirilmesinin de büyük bir yeri var mıdır? Bu projeye baş koymasalardı, onlar da birçok çift gibi ayrılır ve kendi yollarına devam ederler miydi? Peki ya çocuklar; kendi ailelerini de projenin içine çekerken bu projenin getirdiği güven ya da gücün / bağlayıcılık ve zorunluluğun bilincinde miydiler? Ya da hayatlarına daha önce girip çıkan tüm o insanlar, mutlaka projeye alınmış ve projeden ayrılmış olanlar, onlar da projeye devam etselerdi neler görecektik kaderlerinde? Söz gelimi, sadece proje için oynamalar olur muydu ya da yıllar sonra geri dönmeler, başka bir açıdan projeye girmeler? Yüzüne aşina olup benimsediğimiz birini yitirmek ama yıllar sonra birden yeniden görmek ne hissettirirdi bize? Ya da 2020'deki maskeli fotoğrafların yerine bir boşluk bulsaydık peki? O boşluğa takılıp kalmaz mıydı gözlerimiz? Bir haksızlık hissetmez miydik?
Yaşam bir ya da birden çok projeyse ve Goldbergler için yaşamın anlamı bu projenin devamıysa eğer; peki bizim projelerimiz ne? Amaçlarımız ne? Anlamımız ne?