Yoğurt dünyadaki en güzel yemek olabilir mi?
Zaten hayatta en güzeller hep en sadeler değil midir?
Tumblr hızla parlayıp çabuk söndü ve ben o parlamayı hiç görmedim, ilgilenmedim. Fakat birkaç saat önce, kaç senedir yaşamadığım bir duyguyu Tumblr yaşattı bana: yeni bir blog keşfi duygusu.
Sıkıntılı bir belirsizliğe adanmış bugünlerde, gömü gibi bir şey oldu.. Bir süre kazıyıp duracağım, belli. İşte tam burada.
Bir de yazar keşfim oldu; utanarak ve çok geç kaldığımı fark ederek. O da burada. Son bir haftada 3. kitabına başladım.
Verdiği his şu:
Ama bir de şu var :)
uzattım biliyorum, söz bu son yazı.
Tüm bunlar ne kadar gerçek, ne kadar performans sanatı? Bir ilişkinin yıllar içinde geçirdiği değişimi sanatsal ya da insanî yönden ele alırken, bakış açımız ister istemez farklılaşıyor ve bu ilişkinin aslında yıllara uzanmış bir sanat eseri olduğunu unutuyoruz..
Başka türlü de duygulanabilmemiz mümkün değil zaten.
Fakat gerçekler; bu ilişkinin performans sanatı yanının daha ağır bastığını işaret eder nitelikte. Her ne kadar ben inanmak istemesem de :)
Çünkü aşka inanma yanılgısı..
Oysa şurada 2010’da MoMA’daki kavuşmadan sonra ne olduğunu okursan, çatır çutur kırılıyorsun.. 2015’te Ulay, Marina’yı sanatsal çalışmadaki hakkını tam alamamaktan ötürü mahkemeye veriyor ve yüklü bir para kazanıyor.
Marina 2017’te Ulay’la yine bir performans sanatı gösterisiyle biraraya gelerek (bknz. Dünkü video) affeden kadını gösteriyor bize, “sen benim hayatımdın” diyor, Ulay’ın gidişini kabul etmiyor ve onun ağzından onun bakışını da görmemizi sağlıyor vs. Ama şu da var, gerçek hayatta yaşananlar bu kadar sanatsal değil işte.. Sonuçta Ulay’ı çatır çatır kullandığı da bir gerçek Marina’nın. Daha sanatsal bir kelime seç dersen: beslenmiş.
Bir performans belki de ilişkiler.. Aynen onların taaa Relation in time (1977)’de fark ettikleri gibi; zamanla yıpranan ve ancak izleyiciyle biraz daha uzatılabilen ama önünde sonunda biten bir performans..
Dün aslında hissizliğe övgü diye başladığım yazı, beklenmedik, tuhaf bir yere gitti. Su gibi yön değiştirdi ve bunu fark ettiğimde engellemedim. Yazıyı bitirirken, ağlıyordum.. Bugün sabahtan beri Marina ile Ulay'ın ilişkisi ve sanatı hakkında bulabildiğim her şeyi okudum, izledim.
Dün çok ayrıntılı yazmak istemedim, sen oku, sen düşün istedim benden ayrı bir şekilde. Marina ve Ulay'ın aşktan sanata ilişkileri, Çin seddi'ni iki karşı yönden yürüyüp ortada buluşacak ve törenlerle evlenecekken, araya giren bürokratik engeller, yıllarca beklemek, bu arada birbirlerinden uzaklaşmaları sonucunda, yine de Çin seddinin 2000km'sini yürüyüp, sonucunda da ayrılmalarını izledim, okudum. Daha sonra yirmi sene boyunca birbirlerini görmeyişlerini..
Ve MOMA'daki "Artist in present" projesinde aslında Marina karşısına oturup kalkan tüm o insanlara tepki vermeden "orada bulunmak"ı sergilerken, içten içe Ulay'ı beklediğini hissettim. Ve Ulay'ın ona haber vermeden gelişini, karşısına oturuşunu, Marina'nın gözlerini açışını, hiçbir surette tepki vermeyecekken Ulay'a gülümseyişini, ellerini uzatışını, Marina ağlarken orada olan herkesin ve ekranın öbür yanında benim de ağlayışımı.. Çünkü diyor ya: insani şeyler bunlar....
Bugünü buna ayırmak istedim. Ayrılıklar, ömür boyu bitmeyen özlemler, içe atılan umutlar, kavuşmalar.
İlk video - MOMA'daki o an. Aşkın sanatı, ayrılığın ve kavuşmanın sanatı ve insanlarda yarattığı tepki:
İkinci video: "Sen benim hayatımdın....." (please dont go away...)
Komşum C. bana ufak bir not yazmış, posta kutuma bırakmış. Ufak bir not ama ağır.
Birkaç gün önceki mektubuma cevaben tek bir cümle:
"İçindeki tanrısallığa selam veriyorum" demiş.
İçimdeki tanrısallık :)
Sabah sabah....
Şairlerle arkadaşlık ilginç bir deneyim.
Biraz da korkutucu.
Bu sene de kera till'in takvimini kaçırmadım, minimalist çizgilerini çok seviyorum. Onun takvimlerindeki kadınları o ay boyunca etrafımda aramayı (ve tabii ki bulmayı da) seviyorum.
Hakikaten bu Ocak ayında da her yerde bu kadını gördüm durdum:
Taze taze, buharı üstünde ;)
Heinz Stücke'nin belgeselindeki kişisel müze fikrinden sonra aklıma takıldı. Bugünlerde Masumiyet Müzesi'ni açıp karıştırıyor, birkaç satır okuyorum.
Bana öyle geliyor ki, herkesin bir müzesi olmalı bu hayatta. Ondan bir şeyler olmalı; kokusu, cebindeki otopark fişi, ceketinin kopup yere düşen düğmesi, ufak bir yazı defteri belki, bir deniz kabuğu.. Bir şeyler kalmalı geriye, çok sıradan ama onun olan bir şeyler; bir müze içinde korunmalı ve sen onu her özlediğinde o müzeyi ziyaret edebilmelisin.
Sanal bir müze olmalı hiç değilse, bunların her birinin, düşünsene, bir süper bilgisayara yüklendiğini.. Açıyorsun misal "sevgili" diyorsun, hop geliyor önüne, deniz kokusu, ıslak saçlarından onun omzuna damlayan o üç beş damla, elini ilk tuttuğu an çalan vapur düdüğünün sesi, birlikte hayal kurarken yediğiniz portakalın kabukları.. Şahane olmaz mıydı?
Biraz psikopatça geldiyse, hiç aşık olmamışsındır.
Bak gülme. Benim böyle birkaç fikrimi yapıp köşe oldu bazı sivri zekâlılar. Yazdığımla kaldım. Bu da olacak bence bir gün..... Yeterince insan aşık olduğunda, böyle bir "ihtiyaç" çıkacak ve kapitalizm bunu da sermayeye dönüştürme fırsatını kaçırmayacak. Yazmadı deme.
Bir sözlük oluşturur ve ona bakarak konuşursun.
Eve geri dönmeden, yollarda geçen 50+ yıl, bisikletle 600.000+ km, 195+ ülke.
Dün gece Netflixte bu belgeseli izledim, çok hoşuma gitti.
Atacama Çölü'nde kamyon çarpmış, Haiti'de mafya kovalamış, Mısır'da askerler tarafından bayılana dek dövülmüş, Alaska'da kaza geçirip buzlu suya düşmüş, ABD'de donuna dek soyulmuş, Endonezya'da dizanteri olmuş, Zambia'da ayak baş parmağından vurulmuş, Mozambik'te arıların saldırısına uğramış, Siberya'da 5.ye bisikletini çaldırmış ve doğduğu şehir olan Hövelhof'ta bir müzesi var.
Ama izlediğim kadarıyla yorucu bir adam Heinz Stücke, gözlemlediğim kadarıyla da Yetişkin ADHD hastası olması çok olası.. Ama sanırım normal ve sıradan biri de yapamazdı tüm bunları....
Bekliyorum.
Beklediğim yer burası, muayenehane:
Beklerken düşünmemek için kendimi oyalamaya çalışıyorum. İzlemek, okumak, dinlemek.. aklımı dağıtmama yardımı olabilecek herhangi bir şey..
Hayâl kurmak.
Kurduğum hayâl bu:
Çocukluğumdan beri, geniş pervazlı pencere önlerini severim. Çünkü bana dönüştürmek için fırsat verir. Dönüştürmekse, bazen yaşamın içinden geçebilmenin tek yolu.
İnsanın "nasılsın?" diye sorduğunda, kıvırmadan dümdüz "mok gibi" diyebileceği birileri olmalı hayatında. Sadece olduğun gibi görünebilme özgürlüğü anlamında değil, hattâ ondan bile daha çok "üzer miyim?" diye düşünmek yükünü sırtlanmadan, dümdüz bir bencil olabilme özgürlüğünü de kullanabilmek anlamında..
Çünkü bu ikincisi beni tutan. Aman o hissetmesin üzüntümü.. Aman o da üzülmesin şimdi..
İnsanlar arası mesafeleri açan asıl bu.. İncelik taşlarıyla döşeli o yol..
Yıllar önce bir yerlere yazmıştım ama kayboldu gitti. Değil söz, yazı bile kayboluyor..
Havaalanlarının geliş ve gidiş katları arasında ne kadar büyük bir duygu farklılığı var, fark ediyor musun? Bir katta kucaklaşmalar, kavuşmalar, gülen yüzler. Diğer katta yolculamalar, ayrılıklar, hüzün, boğaza tıkanan yumrular..
Hepsine en üst kattan bakmak bir de.. Telaşlara, geç kalmalara, hızla ayrılmalara, geri dönüp son bir defa bakmalara....
Kuzenim 98'de Amerika'ya taşındıktan sonra, çocukluğumuzun geçtiği kasabaya ve anane-dedemizin evine bir daha adım atmak istemedi. "Zihnimde eski günler kalsın, üzerlerine yeni anılar binip de eskileri silmesin istiyorum" demişti. O zaman onu anlamamıştım. Oysa uzun bir süredir anlıyorum ve ben de İstanbul'a gelmekten aynı nedenle korkuyorum.
Hamiş. Yılın ilk gününden itibaren adım kelimesini, farklı anlam, atasözleri ve deyimleri de içerecek şekilde hayatıma "yılın kelimesi" olarak katmaya çalışıyorum. Yılın ilk 15 gününün raporunu verirsem; bazı konularda daha girişken, çok fazla düşünmeden adım atmaya hazır, bazı konularda ise benim adım Hıdır, elimden gelen budur!cu olmaya başladım ufak ufak. Bu bana iyi gelecek, hissediyorum..
Hamiş 2. Yılın kelimesi fikri aslında 1971'de Almanya'da Almanca'yı daha da geliştirmek ve çağa uydurmak için başlatılmış bir projeden geliyor. 1990'dan bu yana Amerika , 2004 Oxford, 2006 Avustralya ve tabii her zamanki gibi en geç 2015'te Cambridge'de de sözlükler benzer çalışmalar yapmışlar. TDK'da şimdilik bu konuda bir adım yok.
T.S. Eliot "Çevrendeki insanlar susacağı, konuşacağı ve duracağı yeri bilmiyorsa, sen fazla adım atmışsındır onlara; biraz geri çekil" diyerek yüzyılın ilk ghosting'inin güzellemesini yapmış olabilir mi?
"Aşk bir akıl hastalığıdır" deyimi ünlü düşünür Eflatun'dan gelir ve aslı "Aşk bir çılgınlıktır"dır. Aşkın bir çılgınlık / bir hastalık / bir delilik olduğunu ileri süren Eflatun, hemen ilerleyen satırlarda ise (bu kısım pek bile getirilmez nedense) "Aşkın çılgınlığı, cennet nimetlerinin en büyüğüdür" der ;)
Nedeni de şudur: aşk bize yapamayacağımızı / yapmayacağımızı sandıklarımızı yaptırır, sınırlarımızı bulanıklaştırır, inanç ve kalıp yargılarımızı sarsar ve bu sayede ruhumuzu hiç bir başka deneyimin getiremeyeceği bir hızla, bir başka noktaya getirir. Bu noktanın hangi nokta olduğu, yani iyi ya da kötü bir nokta olduğu ise, ruhun olgunluğunda, ruhun yapısında yatar. Ruh açık, hafif, güçlü ve olgun bir ruhsa, aşk, onu bilgeliğe kadar getirebilir. Ruh henüz çok genç, huzursuz, cahil ve korkak bir ruhsa, onu mahveder, kendi kendini yok etmesine ya da güzel bir şeylere zarar vermesine neden olur....
Aşk... Aslında sadece bir yolculuktur?
Daha fazla düşünmek, ruhun elverdiği şekilde, kaybolmak ya da yolu bulmak için: Eflatun'un "Ruhun Ölümsüzlüğü" ve "Phaedo" kitaplarına bakabilirsin..
Foto: Hindistan'dayken çekmiştim.. Bakışlardaki aşk ve tutku <3
Wallander'ın 1. sezonunun 3. bölümünün 1.01'i civarında, maviş gözleri kırmızı kırmızı, uykulu ama aynı zamanda da uykusuz Wallander, direksiyon başında uyuyup da telef olmamak için, İsveç'in rüzgârlı çayırlarının (a.k.a. hiçbir yer) ortasında bir mola verir.
Su ve yiyecek bir şeyler almak için girdiği kioskun balık etli, sarışın ve anlayışlı sahibesi Anna ona öyle büyük şefkâtle yaklaşır ki, Wallander kırmızı mavi gözlerini koca koca açıp ona uzun uzun bakar..
Öyle anlar oluyor işte hayatta. Cinsel anlar değil bunlar, insanın insanı cinselliğini görmeden fazlasını görerek sevdiği, anladığı, şefkat duyduğu anlar..
Anna'lar sayesinde ve öyle anların yüzü suyu hürmetine yaşanıyor bu hayat..
Büyüyüp de çocuk kalanlar var aramızda. Müzik sanatının cahili olan kimse; o konuda çocuktur. Okuma yazma bilmeyen kişi de kitap okumanın çocuğudur. En önemlisi de felsefî eğitimden geçmemiş, bilgelik yoluna adım atmamış kimseler, hayat karşısında hep çocuktur.
Epiktetos, Söylevler.
Kendimi yontmalıyım dedin de.
İllâ ki pırlantaya dönüştürmek zorunda değilsin kendini, bil isterim.
Sahildeki her biri biricik ve benzersiz çakıltaşları, bazı insanlar için pırlantalardan daha değerlidir.. Unutma dilerim.
"Yazamıyorum. Bir araya getirdiğim harfler beni anlatmaktan uzak."
Çağdaşı ve çok sevdiğim bazı diğer kadın yazarların aksine, Tezer tam çağının kadını gibi gelmiştir bana hep. Saçları, bakışları, varoluşsal sıkıntılarıyla 68-75 Tezer'dir.. Tezer 80'lerin ortalarına dek yaşamış olsa da, seksenlere ait değildir ve en güzel eserlerini de seksenler öncesinde vermiştir. Bunlar elbette hep bence..
Çünkü onun dediği gibi, ben de: Okuduğum her şeyden, aynı şeyi anlıyorum.
Sanki kanser değil de seksenler öldürmüştür Tezer'i. Seksenlerden itibaren toplumca yaşadığımız değişim. Biraz kırgınlık, az fazla öfke, bol başkaldırı ve cürettir Tezer. Yakın dostu Leylâ Erbil’in muhteşem tanımıyla: taşkın duyarlılık..
İnsanların yaşlısına Fosil demeyi de ilk Tezer bulmuştur, bilir misin? Çoğunluk bilmez.
Tezer'i okumaktan da, onu yazmaktan da vaz geçemeyeceğim... Bugün bitirdiğim "Eski Bahçe ve Eski Sevgi"den, üzerinden 40 sene geçse de, bugün, memlekete her geldiğimde, bir kültürden diğerine geçişe alışmaya çalıştığım o ilk günlerde benim de çok fazla hissettiğim, son bir alıntı:
"Çevremde, çocukluğumun geçtiği kentlerde, insanlarda bir tatsızlık var. Bir anlamsızlık.."
Tüm gün ormanda yürüdükten sonra,
ufak bir dağ evine vardım. Ranzalardan birinin altına yerleştim.
Birazdan diğer yürüyüşçülerle birlikte çorba içeceğim.
Sade, basit bir yaşam, sakin, sessiz, iddiasız insanlar hoşuma gidiyor..
Bu gece burada mışıl mışıl uyuyacağım.
Hayalet Oğuz'u Tezer'in kitaplarından tanırsın. Can Yücel'den, Leylâ Erbil'in "Eski Sevgili"sinden de. Fakat ölümünden sonra Tezer'in onun için yazdıklarını ben ilk defa "Eski Bahçe - Eski Sevgi"nin son hikayesinde okudum. Enfes bir uğurlama yazısıydı. Bir insan bir başka insan tarafından daha iyi uğurlanamaz gibi geldi bana..
Ve. Diğer kitaplardan az çok tanıdığım bu adam, bana yetmedi.
Doğumumdan 4 sene önce ölmüş bir adamın, bana yetmemesi.....
Zaten hep öyle olmaz mı?
"Onun konukluğu bir kelebek gibiydi.."
Böyle yazmalı işte insan sevdiğinin ardından. Halbuki biz ağlamakla ve yasla ve sevdiğimiz birini her kaybedişimizde hatırladığımız kendi ölümlülüğümüzle meşguliyetimizde, bunu başaramıyoruz.. Ancak Tezer gibi ölümle içiçe, ölümle bu kadar umarsızca ve patavatsızca yaşamış bir kadın yazabilir böyle yazıları işte...
Tutunamayan değil, bilinçli olarak tutunmayan Hayalet Oğuz hakkında doymazcasına okuyorum bu sıra. Sadece o anda varolan insan demiş meselâ Ömer Uluç onun için.. Merakını cezbederse senin de; ben şuradan başladım, şuraya geçtim, şöyle devam ettim, şuraya doğru gittim, buraya saptım, daha da gidiyorum..
Tezer'in veda yazısını ise bu linkte okuyabilirsin.
Haro Aso'nun mangasından uyarlanmış iki sezonluk Japon dizisi Alice in Borderland'ı dün gece bitirdim. Benim pek sevmediğim ama milyonların sevdiği Kore dizisi Squid Game'i andıran ama onun çok ötesine geçen bir kurgusu var. Oyunların bazılarını - özellikle matematik alanındakileri - anlamak bilişsel anlamda zorluyor insanı (bu güzel) ve oyunlar arası devam eden bir hikâye de var (bu son birkaç bölümde önem kazanıyor, nereye varacak bu iş diyor insan).
Çok dizi / film izleyebilen, daha doğrusu ekrana donuk donuk bakabilen biri değilim, dikkatim hızlı dağılıyor fakat bu diziyi iyi (uyumadan) takip ettiysem, sanırım dinamik bir dizi diyebiliriz. Tabii ki yine uzakdoğu oyunculuğunun hiç ama hiç sevmediğim abartılı oyunculuğuna ve "bu insanlar iletişim kurmayı bilmiyor sanırım" dedirten bir duygusal alışveriş kopukluğuna maruz kalsak da.. sevdim ve tavsiye ederim.
Ayrıca bu dizi beni Nijiro Murakami (Chishiya) ile tanıştırdı, büyük Murakamiler ailesi arasından sevdiğim ikinci Murakami oldu..
"To gain something, you need to lose something."
Bir kitabı, bir insanı sevmeden önce ve sevdikten sonra iki defa okumak, insanın içinde ne büyük anlam farklarına neden oluyor.. Ruhun büyümesi, bir yolun yürünmesi, bir eşiğin aşılması, bu mudur?
Handan; yıllar sonra çok farklı bir yerimden vurdu geçti.
Tek bir alıntı yapacağım.
"Ben ona hislerimi anlatamayacağımı hissettim, sustum."
Ve şu kelimeleri alacağım bohçama: Mutmain (satisfied'ın bugüne dek benim için hiçbir kelimede tam oturmayan, asıl karşılığı), Sakit bir yaşam (calm'ın asıl karşılığı), Gözlerindeki şule (ışıltı olarak bilirsin aslında ama daha güzeli; alev, yalım), Halaskâr (kurtarıcı), Lema (yıldızından bilirsin aslında; parlak, göz alıcı), Deraguş etmek (sarıp sarmalamak)..... ve nicesi. Enfes bir dil.. nasıl kaybettik, aklım almıyor.
Ve son olarak.
Bu kelimelerde sanki bir sihir var, dedi babam.
Doktorluktan vazgeçip yazar olan komşum C., sabah 7.18'de mutfak penceremi tıklattı, beni camda görmüş, bir koşu gelmiş, fakat erken saatte kapı çalmak istememiş. Elinde kocaman bir tepsi, içinde Philadelphia pastası. Kendi yapmış. Komşum 60 yaşlarında bir erkek, ona göre eseri bir defa daha değerlendir derim. Mandalinaları soymadaki incelik vs. ben şahsen uğraşmam. İnce ve düşünceli insanlar bunlar....
Bursa'da büyüdüm ama huyum Bursalılara benzemez, gelen pastayı böreği alıp bir kenara koyup ikram etmemezlik etmem (değiştirin şu huyunuzu ey Bursalılar, biz o kekleri pastaları biraz da ikram edin diye kendi zevkimize göre seçiyoruz heralde!) dedim ki "Hadi bu akşam bize gelin, pizza söyleriz, sonra da bu pastayı birlikte yeriz. Birlikte yersek tadı çıkar.."
Ağlamaklı oldu yahu......
Bu ince ve düşünceli insanlara ne yapıyorsun ey hayat?
Ezcümle. Pasta yapıp getirirsen bir gün diyorum, çeker kolundan, mutlaka sana da yediririm :) Bu işler bizde böyledir.. Birlikte yenmedikten sonra, pastayı neylesin bu gönül....
Yılın ilk sabahı İstanbul’da Bir Yabancı’ya başlayıp, iki saat içinde bitirdim. İncecik bir okumaydı ve Bursa'dan sevgili S. hediye etmişti: "Halide Edip'in bu kayıp kitabı yeni bulundu ve bu ay basıldı!" diyerek, heyecanını gizleyemeden..
Eleştirmenlerin "artık kurumuş bir madenden son çıkanlar arasında değersiz bir eser" diye oldukça kötüledikleri bu H.E.A. kitabı, benim dili nedeniyle hoşuma gitti. 1960'ların Türkçesi hiç değiştirilmeden basılan bu kitapta sık sık sözlüğe bakmama neden olan bir çok kelimenin önüme çıkması, beni çok keyiflendirdi.. H.E.A.'ın küskün göçünden hemen önce yazdığı, eleştirmene göre "en parlak zihinlerin ve kalemlerin bile zamanın törpülemesine dayanamadığını göstermekten ileriye gidemeyen" bu gazete tefrikası kısa roman, bence de fazla hızlı, çalakalem yazılmış fakat H.E.A.'ın yaşlılık dönemi yazınını ve değişen dünyadaki kişisel "yabancılığını" da tanımak isterseniz, okuyabileceğiniz kısacık bir kitap.
Ufak bir de alıntı: "İstanbul hiçbir ırka bağlı olmayan, şahsı kendisine mahsus bir ülkedir. Oraya gelip de İstanbullulaşmamış hiçbir fert, hatta hiçbir millet yoktur." .. "İstanbul bir insan kokteylidir."
Hamiş. Sağ alta bir 2023 okumaları listesi ekledim. Hayatımda ilk defa okuduğumun çetelesini tutacağım! Hedefim rakamlar ya da daha çok okumak değil.. Sadece okumaya devam etmek.
Bir de Goodreads sitesinde kendime profil oluşturdum: Burada.