Servise beraber giriş yaptık aslında. Aynı gün ve aynı saatte. Ben huzursuz, korkmuş ve telaşlı, o sakin, yavaş ve bir rüyada gibi ağır.
Birbirimizi gördüğümüzde gülümseşmeye başlamamız iki günümüzü aldı. İlk "merhaba" üçüncü günde ve ilk sohbet tam beşinci günde yaşandı. Hayatımda hiç kimseyle bu kadar yavaş iletişim kurmamıştım sanırım. Benim telaşım ve onun yavaşlığı birbirine ancak beş günde eşitlendi. Ancak beşinci günde kesişebildi paralel giden hayatlarımız.
Çok güzel bir kadındı.
Fakat güzellik söz konusu olduğunda bana güvenemeyeceğini biliyorsun artık. Ben herkeste bir güzellik görenlerdenim. Bazen bunun faturası, çirkinliğin farkına çok geç varmama ve bazen de dışımdaki güzelliğe bu kadar odaklandığım için, kendimdeki güzelliği göremememe neden olsa da..
Ama bu başka bir yazının konusu.
Beşinci günün öğle yemeğinde, bir masanın kıyısında çakıştı yaşamlarımız. Ben vejeteryan öğle yemeğimi didikliyor, o ise, tüm sebzelerini bir köşeye ayırdığı et yemeğinin son lokmasını ağır ağır çiğniyordu. Göz göze geldik, selamlaştık ve ben artık dayanamadım, o sihirli soruyu sordum: "Nasılsın?"
İnsan tanımadığı birine nasıl olduğunu çok sık sormaz ve tanımadığı birinden de bu soruyu çok sık duymaz. Fakat tanıdığın birine kıyasla, tanımadığın birine verdiğin cevap çok daha samimi ve gerçektir.
Bu ilginç. Ama konu bu da değil.
Bana cevap vermek yerine, eliyle, tüm dillerde "eh işte" anlamına gelen o hareketi yaptı ve "sen?" dedi. "Ben fena değilim sanırım" dedim. "Sessizlik ve boşluk bana iyi geliyor, beni yatıştırıyor.."
Gülümsedi.
Öyle güzel gülümsedi ki, içimdeki cami avlusundan güvercinler kanatlandı bir anda.
"Uyuyamıyorum ben" dedi sonra, "sadece ilaçla uyuyabiliyorum. Aylardır uyumadım" dedi.
Yüzüne, Tyler Durden'ın yüzüne bakar gibi baktım. "Üzüldüm" dedim, sahiden üzülerek. "Zor olmalı..."
Yeniden gülümsedi. Biraz önce aniden uçuşan tüm güvercinler, yeniden avluya indiler, yemliklerine kondular. Zaman durduğu yerden devam etti. Bomboş cami avlusunu, ihtiyar bir adam, ağır ağır adımlarla yürüyüp geçti. İçimdeki denizin dalgaları duruldu. Uzaklardan bir yerden martı çığlıkları ve eski Boğaz vapurlarının tok düdükleri duyuldu.
Gözleri, Marmara kışları kadar kurşunîydi.
Bir şeyler anlatabilir, anlatılanları dinleyebilirdim. Ama yapmadım. Onun yavaşlığına, hiç uyunmamış bir uykunun ağırlığına ve içiçe geçip, bir unutulmuşluğa terk edilmiş anıların durgun kabullenişine bıraktım kendimi.
Aylarca uyumamış olmayı düşündüm.
Yıllarca uyumamış olmayı düşündüm.
Hiçbir prensin gelip seni uyandıramayacak oluşundaki olmamışlığı düşündüm.
Masalını bulamamış bir yaşamın, boşa geçişini düşündüm.
Sonra kalkıp ikimize de birer lavanta, melisa ve baldirian köklü çay hazırladım. Tüm öğleden sonra birlikte, sessizce, avludaki karaağacı izleyerek oturduk.