17 Mayıs 2022 Salı

Posta otobüsü durağındaki hayatlar

Dün enfes bir belgesel izledim. İnsan belgesellerini seviyorum, farklı coğrafyalardaki sıradan insanların hayatları yani. Bu seferki, İsviçre'nin yüksek dağlık bölgesi olan Grison Kantonlarındaki, yani Romansh dilinin konuşulduğu toplam 1500 kişilik bölgedeki köyleri birbirine bağlayan dar yolda gidip gelen posta otobüsünün duraklarında yaşayan çeşitli insanlar üzerineydi.

Çatı tamircisi, cannabis yetiştiren bir eczacı, sadece Romansh dilini çocuklarına öğretmek için doğduğu bölgeye geri göç etmiş bir illüstratör ve benim asıl ilgimi çeken diğer 2 adam, otobüs şöförü dışında, bu belgeselin kahramanlarıydılar.

Bu iki adamdan ilki ben yaşlarda, bölgeye özgü simsiyah kıvırcık saçları ve derin deniz mavisi gözleri olan bir adamdı. mesleği "bıçak yapmak". Çeliği pişiriyor, döverek bıçak yapıyor, tanesi birkaç bin frank olan bıçaklar.. Geçim kaynağı bu ve dağın başında yaşıyor. Bu adamı üzerindeki kıyafeti bile değiştirmeden bir zaman makinasıyla ortaçağa yollasan, tuhaf kaçmaz, hemen adapte olur. Böyle bir hayat. Zamansız. Tek bir amacı olan. 

İkincisi ise, un fabrikasında anne ve babasıyla çalışan 20'lerinde bir genç adamdı. Yine aynı, Romansh konuşuyorlar, toplam 1500 kişilik dünyanın en ufak komünlerinden birinde yaşıyorlar ama bu 1500 kişinin tamamı dağlar arasında tek tek evlerde ya da 20-30 haneli köylerde yaşıyor. O kadar kendi içlerine kapalılar ki, Corona bile biliyorsunuz İsviçre'yi neredeyse es geçti. 20 yaşlarındaki genç adam 10 kuşaktır unculuk yapan ailenin mesleğini sürdürecek.. Üstelik her gün babasıyla yanyana çalışıyor ve aralarında "elbette" zaman zaman bazı fikir ayrılıkları olsa da, hiç tartışmamışlar! Böyle diyor.. Yine kendisine sorulan "peki hiç büyük bir şehirde farklı bir hayat yaşamayı düşündün mü?" sorusuna da "birkaç defa gittim, çok kalabalık ve karışık buldum, oysa burası evim, burada dilimi konuşuyorum" yanıtını veriyor. Dil.. Ah o dil....... Dil çünkü, ev demek. Bilmez miyim..

Bu iki adam.. Kendi ufak evrenlerinde. Asla başka türlü hayallere kapılmadan, aynı kısırdöngü ama iyi bildiği ve iyi yaptığı işleri her gün yaparak yaşlanacak, büyük ihtimal ikinci dereceden bir kuzenleriyle ya da köyün bahar festivalinde bir defa dans ettikleri bir kızla evlenecek ve kendi oğullarına da aynı mesleğin inceliklerini öğretip, yavaş yavaş yaşlanıp ölecekler. 

Aynen bir dağ çiçeği gibi. Kendinden beklenen yaşam döngüsünü tamamlamak.

Böyle bakınca, acaba doğru olan da bu mu? Daha fazlasını beklemeden, sana aileden kalan genetik ve kültürel mirası bir sonraki kuşağa aktarıp, görevini yapıp, huzur içinde ölmek..

Bu mu acaba hayat? Bu kadar sade mi?