“Sanırım insanlar ikiye ayrılıyor” dedi birden, bilgece bir ses tonuyla. Bu cümleyi fazlaca duymanın verdiği bıkkınlıkla boş boş baktım yüzüne. “Ben ve diğerleri” dedi sonra ve bir kahkaha patlattı. İster istemez ben de güldüm. Yıllardır, hayatım boyunca insanları çeşitli şekillerde ikiye ayıran yüzlerce, belki binlerce insana rastlamış olsam da, bu kadar net ayıranına sanırım ilk defa rastlıyordum ve sevdim onu. Netliği, düz yolları seçenleri, kalbinden ve sakınmadan konuşanları hep sevdiğim gibi.
Çoğuyla dokuz köyden birlikte kovulmuşuzdur.
Kısa boylu, orta yaşlı, tepesi hafiften açılmaya başlamış ve yüzünün neredeyse yarısını kaplayan şarap renkli doğum lekesi dışında dikkat çekici hiçbir özelliği olmayan bir adam oluşu, onu kadınlarla flört etmekten alıkoymamıştı. Hatta lazerle doğum lekelerinin yokedildiği şu zamanda, o doğum lekesini inatla sildirmemiş, “kadınların dikkatini çekiyor, acıma duygularını tetikliyor ve içlerindeki annelik eksikliğini gidermek için harekete geçiriyor” diye açıklamıştı bu seçimini.
Bıraksam benimle de flört ederdi ama değil onunla, Brad Pitt gelse (ki aslında tercihim de hiçbir zaman Brad Pitt olmamıştır, neden böyle dediysem şimdi; ben hayatta hep Edward Norton tipi adamları seçtim, huzursuz, zekasını sosyal iticiliğiyle gizleyen, dış görünüşü sıradan adamları. Acaba neden?) evet Brad Pitt gelse şansı yoktu şu dönemde, o kadar kendi içime kilitliydim ki.
Dolayısıyla ikinci seçeneği seçti. Benimle arkadaş olmayı.
Şu dönemde, benim için flört etmekten bile zor olan seçeneği seçtiğinin farkında bile olmadan.
İlişkimiz genelde onun konuştuğu, benim sıkıldığım, onun beni zekâsı ve hayata dair teorileriyle etkilemeye çalıştığı, benim bıkkınlıkla arada kaşlarımı oynattığım, duruma göre dudağımı büzdüğüm ve derin, bıkkın nefesler çektiğim, tuhaf bir zıtlıklar birlikteliğine döndü. O anlattı, ben dinlemedim. Ama o da vazgeçmedi.
Bazı insanlar böyledir; gelir, bir şekilde gönlünüze sızarlar. Ananem böyleleri için “onda şeytan tüyü var” derdi, belki ondandır. Hakikaten iki kaşının tam ortasında, mavi, sert bir tüy var. Belki şeytan tüyü dedikleri odur. O mavi tüye baktıkça, içimdeki cılız derecik sanki bir şelale olup, okyanusa dökülüyor.
İçimdeki dere.
Yaşadıklarıma mutlaka uygun kelimeler bulmam gerektiğini sandığım yıllar boyunca aktı o cılız dere. Kelimeler olmadan hissedemediğim yıllar boyunca.
Sonra o da kurudu.
Dünyanın tüm cılız dereleri gibi, küresel iklim değişikliğine yenildi.
.
O “ben ve diğerleri” diye bağırdığında, tam bunları düşünüyordum ama onun gür kahkahası tüm bu düşünceleri kirli bir bebek bezi gibi buruşturup, çöpe fırlattı.
Bir süre birlikte güldük, sonra yüzü ciddileşti. “Biliyor musun..” dedi yeniden, “bazen tüm dünyada bir ben, bir de diğerleri olduğunu, ne yaparsam yapayım, o diğerlerinden biri olamayacağımı düşünüyorum”.
Bir süre ona baktım. “Bu hep böyledir” dedim, “sen varsındır, bir de diğerleri. Sen yoksundur, onlarsa hep vardır. Sen hem var hem yoksundur, onlar bunu fark etmezler. Sen hem yok ama hem de varsındır, onlar o zaman yokolurlar. Yokken kendi içinde varolmaya çalış. O zaman göreceksin, diğerleri aslında hiç varolmamışlardır..”
Yüzüme derin derin, gözlerimin çok gerisindeki bir şeyi görmeye çalışır gibi baktı. Uzun süre konuşmadı. Sonra bir rüyadan uyanır gibi gevşedi yüzü, gözlerine yeniden anlam geldi ve neşeyle sordu: “sence şu arkadaki sarışınla şansım var mı?”
Hamiş. Tüm masal antolojilerinde ve arketip çalışmalarında karşımıza çıkan Mavi Sakal, bu serviste de burnumun dibinde belirmeseydi, olmazdı elbette.. Fakat bizim Mavi Sakal’ımız hiç konuşmadı, içini hiç göstermedi ve ben de ona bu hikayeyi yazmak durumunda kaldım..
Bu da böyle oluversin…
Foto. Alâkasız ama bu mavi tabaklara bayıldım, onlara bakarken, evet, içimin dereleri ırmaklara kavuştu, ırmaklar şelale olup yola devam ederlerse, belki bir gün oky……..