Hepimiz çamurun içindeyiz, fakat bazılarımız yıldızlara bakıyor. *
Seni bilmem ama Polyanna’nın öyküsünde beni çok rahatsız eden detaylar olmuştur hep. Kavramları ancak tersiyle birlikte anlayabilen yapım, küfürsüz bir şükür duygusunu da bu nedenle kabul etmekte zorlanır, durur.
Nasıl ki sürekli melankolik olmak bir hastalıksa, sürekli tevekkülde ve şükreder olmak da bir hastalık değil midir?
Sürekli bir sakinlik, kabulleniş, olanla yetinmek ve karşılaştırmalı ruh edebiyatı yapıp “daha kötüsü”nü hatırlayarak sevinmek de bir sorun değil midir?
Tabii ki bizim Polyanna’mızı da bu kliniğe getiren, 25 yıllık tüm hayatını sessiz bir kabullenişle yaşadıktan ve kadere asla başkaldırmadıktan sonra, bir sabah kalkıp, mutfağa inip, tezgahtan bıçağı alıp sağ kulağını kesivermesi olmuş.
Sonradan anlaşılıyor ki, bizim kabulkâr Polyanna’mız meğerse tüm kabullenemeyişlerinin acısını çıkarabilmek için, kollarının ve bacaklarının dıştan görünmeyen iç yüzlerindeki o narin yumuşacık etleri, mini mini jiletlerle ince ince doğrar dururmuş yıllardır.
Kimse bilmezmiş, kimse görmezmiş, kimse duymazmış. Ta ki kulak olayına (yanlışlıkla ya da değil, bir gün ayarı kaçırana) dek.
Kulak olayı neyse ki plastik cerrahiyle halledilmiş, biraz da saçıyla kapatıyor o melun anının üstünü. Fakat ruhundaki jilet izlerini kolayca kapatabilecek bir cerrahi yöntem henüz yok.
Durup durup birden patlamak aslında böyle bir şey.
Yaşadığım şehrin altında 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana sessizce yatmakta olan yüzlerce bomba var. Şehir bir mayın tarlası üzerine kurulu. Yılda bir iki defa, yapılan bir kazı sırasında bu bombalardan biri keşfedilir. Bomba imha ekipleri çağırılır, bölge (bazen mahalleler) boşaltılır, 1-2 tonluk bu bombaların patlama sesi kilometrelerce öteden duyulur. Onca yıl saklı kalan bu bombanın üzerinde bazen bir çocuk yuvası, bazen bira bahçesi, bazen de yıllarca bekledikten sonra ilk defa kavuşacak olan iki sevgilinin oturacağı bir tahta bank vardır. Hayat sürprizlerle dolu.
İçinde bir bomba yatıyorsa, bazen kimse (hatta sen bile) farkına varmaz onun. Ve bir gün patlar belki. Ya da patlamadan, biri (belki kendin) keşfeder, seni boşaltır, uzman ekipleri çağırır, kimseye (en çok da kendine) zarar vermeden detone eder seni.
Kalan boşluğa da (çünkü dert bile olsa, kurtulduğunda bir boşluk kalır hep) bir çiçek bahçesi kurar belki. Ya da bir anaokulu - ki ikisinin de aynı şey olduğunu söyleyebiliriz, değil mi?
* Bu anlamsız sözü de hayatında bir gün bile ekonomik zorluk, sıkıntı çekmemiş asilzade ve keyfi düşünür Oscar Wilde’ın söylemiş olması………
Foto. Alakasız bir özlem. Belki bir yolculuğun molası olur..